Korkmayın açık denizlerde sizi batıracak dalga yoktur. Sığ sulardır hep bir tekneyi alaşağı eden. Kaybolmaktır en kötüsü denizlerde, fenerlere güvenin. Buyrun deyin lafınızı, lafla yürüsün peynir gemileri bu kez.





>> 27 Aralık 2008 Cumartesi

* MÜCRİM (SUÇLU) GÖZLER

Masal bir adamın dört bin dinara bir kız almasıyla başlar.

Bir gün adam gözlerini kızın üzerine dikti ve sonra göz yaşlarına boğuldu. Kız ona neden ağladığını sordu. Adam yanıtladı:"Öylesine güzel gözlerin var ki bana Rabbe ibadet etmeyi bile unutturuyor."

Kız yalnız kalınca gözlerini oydu. Adam onu bu halde gördü ve acıyla sarsıldı. "Kendine neden eziyet ettin? Değerini düşürdün." Kız şöyle karşılık verdi: "Bende bulunan hiç bir şeyin sizi Rabbe ibadetten alıkoymasını istemem."

Adam o gece, düşünde bir ses işitti. "Kız değerini sana göre azalttı ama bize göre arttırdı ve biz onu senden aldık."

Uyandığında adam, yastığının altında dört bin dinar buldu. Kız ölmüştü.


DÜNYANIN EN GÜZEL BEŞ DAKİKASI.

Gözlerimi aralıyorum.

Bir kozanın içindeyim. Sıcak. Pürüzsüz. Rahiyası başımı döndürüyor. Doyasıya içime çekiyorum.

Uykuyla uyanıklık arası bir yerdeyim.

Rüya mı gerçek mi ayırdına varamıyorum önce, sonra fark etmez diyorum kendi kendime, ikisi de bitecek nasıl olsa..

Mutluyum. Havada asılıyım.

Zaten hiçbir yerde olmak istemiyorum.

Zaman durmasın. Aksın saniyeler ziyanı yok.

Sadece orada, o anda, o kozanın içinde olmak istiyorum.

Beş dakika. Sonra dünyanın en tatlı uykusuna dalıyorum.


* Ahmed Eş Şirvani’nın masalı.
**İki yazının anlaşıldığı üzere birbiriyle ilgisi yoktur.

Read more...

Karanlıktan Notlar/Ellerim Çok Üşüyor Benim.......

>> 17 Aralık 2008 Çarşamba

Kelimelerin firarıdır sana bu....
Kelimelerim kendimden önce dökülüyor sana...Sussam diyorum, anlatmasam, ama kelimelerim içimden firar ediyor senin ruhuna....Susmalarımın bile anlamında oluyorsun, anlayamadıklarım da elimden tutan düş sokağındaki hüzün kokulu beklediğim... Sen,söyleyemediklerimi ve bilmediklerimi de biliyorsun... Kelimelerimi sen yazmış gibi...
Gene bir düşüşte, düşüyor yollarımız birbirine....
Nefesini ekliyorum nefesime...Her solukta sen oluyorum, her solukta ben oluyorsun,tırnak uçlarımdan saçımın teline değin...Seni atsam diyorum içimden, olmuyor...Gene sana düşüyorum her yolun başında...Canım ne kadar yansa da uslanmıyor işte hala düşüşlerim...
Hüzün batıyor gözüme....yoksa ağlamam ben...
Gözümü her kapattığımda göz kapaklarıma batıyor hüzün.İşte ondan sebep bulaşıyor değdiği, gördüğü her şeye...Bir polen salgınında kaçmış olmalı gözüme hüzün...Bi ilk baharda...bir ilkbaharın sonu olan yollarında, gidenlerden arta kalırken...
Ben değil, hüznüm ağlıyor gözlerimden...Yaş değil, yaşam akıyor gözlerimden... “Ben ağlamam” diyorum ama hüznüm “ben ağlarım” diyor...O beni dinlemiyor....Ne zamanki emaneten zannederken, beni kandırıp, asli yerleşti gözlerime hüzün, o zaman başladı kendi hükmünü sürmeye gözlerimde....
Ellerim isyanda...ellerim çok üşüyor benim....
Ellerim tüm köprüleri yakmış aklımla bağlantı yollarında...Kendini dinliyor ,kendini yazıyor,yüreğimden feyz alıyor...Ellerim bu sıralar yüreğimden bile çok üşüyor....Isınmak için çabaladıkça ben, eski bir yalnızlığın buzlarına dokunuyor parmak uçlarım....Hiç durmuyor, hiç dinlenmiyor...Kendine yükleniyor....Kendi yüklemini yazıyor....Ellerim çok üşüyor....
Ellerime mukayyet ol bu üşümelerim de....Yoksa yazacaklar şehrin en görünen meydanında bir duvara Devrim gibi senin adını...Ve diyecekler altına da isimsiz bir imza ile “Kurtuluşa kadar sen, Kurtuluşa kadar AŞK...”


Not: İnançlı bir Devrim sloganını, İnançlı bir aşk sloganına çeviren dosta teşekkürler..."Kurtuluşa kadar Aşk"....

Read more...

HAYAT ÇİZGİSİ

>> 15 Aralık 2008 Pazartesi

Gidişin
Bir bıçak kesiği gibi
Ani ve derin...
Bir yılan gibi soğuk
Sessiz
Ve sinsice...

Gerçekti.
İzde kaldı.
Yalanlar
Sözde...

Gerçek mi, yalan mı diye sordular günün birinde
Zaman dedim, uzatıp da avuçlarımı
Sadece birazcık zaman yağdı
Senden sonra ellerime...
Ve içlerinde yer edinemediğim bir hayatın
Çizgisi kaldı...

Read more...

ISSIZ ADA NİYE ISSIZ

>> 12 Aralık 2008 Cuma

Şimdi Kanbersiz düğün olmaz. Herkes ıssız ada filminden bahsederken susup oturamayacağım. Evet, sonunda ben de sosyal baskıya dayanamayarak seyrettim bu filmi. Evet bu bir aşk filmi.

Bana göre teması şu: “Aşksızlık yalnızlıktır.” Filmin erkek kahramanı kadar kadın da yalnız. Çünkü yalnızlık sevgiden yoksunluktur.

Adam, geçmişte yaşadıklarının etkisiyle ve bittabi kişilik olarak yalnız ve bohem bir hayat tarzını benimsemiş. Haz almak üzerine kurulu bir yaşam. Kadınlarla uzun süreli ve yakın ilişkiye girmekten kaçıyor. Çünkü ona göre aşk bağlayıcı düzenli bir hayatı temsil ediyor.

Aşk=Aile (mi?)

Oysa hayatın küçük zevklerini yaşamayı öğrenmiş biri o. Yaptığı yemeğin tadına bakan birinin yüzündeki haz ifadesi onu mutlu ediyor. Çalışanlarının üzerinde disiplin kurmakla birlikte onlara değer veriyor. Eski plak koleksiyonu var. Değişik kadınlarla ilişkisi var, kocasını aldatan ev kadınlarından, fahişelere kadar fanteziler üzerine kurulu bir cinsel yaşamı var. Nerdeyse hepsiyle uzun süredir görüşüyor.

Ada da aşktan kaçıyor. Neden terk edilme korkusu. Çünkü bütün erkekler onunla birlikte olup sonra sırtını dönüp gitmiş. Hiç bir erkek gerçekten onunla ilgilenmemiş, onu mutlu etmeye çalışmamış. Cinselliğe dayalı ilişkiler yaşamış hep. Aşık olmuş ve hep terk edilmiş.

Aşkta aradığını yine bulamıyor, terk ediliyor ve tercihi düzenli hayat, çocuk ve aileden yana oluyor. Sevmediği biriyle evlenip çocuk doğuruyor. Düzenli bir hayatı, çocuğu ve bir ailesi olmasına rağmen kendini yalnız hissediyor ve mutsuz. Yaşamını paylaştığı kişiyle yıllarca eski sevgilisini hayal ederek sevişiyor. Ada’nın kocasına karşı ne hissettiği meçhul.

Aşk=Cinsellik (mi?)

Adamın da kadının da hayatlarındaki boşluğu dolduran şey çocuklar. Kadın kendi çocuğuyla, adam yaninda çalışan birinin çocuğuyla yalnızlıklarını gidermeye çalışıyorlar.

Bir de filmde hiç görmediğimiz bir adam var. Ada’yla hayatını paylaşıyor. Ortak yaşamın getirdiği sorumlulukları ve zorunlulukları üstleniyor. E tabi bunun getirdiği mutlulukları da yaşıyor. Ada’yla ortak bir çocuk sahibi oluyorlar. Ada’nın bir işi, bir eşi, bir çocuğu, bir evi var. Kocasının da. O ne düşünüyor peki?

Aşk= Paylaşım (mı?)

Bence bu üç kişinin aşk anlayışları arasında çok sıkı bir çatışma yaşanıyor. Hepimiz sanmalar üzerine kurulu bir hayat yaşıyoruz. Aşkı zannettiğimiz gibi yaşıyoruz. Ya da yaşadığımız şeyi aşk zannediyoruz.

İçinde bir çok duyguyu barındıran bir duygu zenginliğidir aşk. Özlem, merak, nefret, öfke, haz, mutluluk, kıskançlık vs. vs. İnsanı duygusal anlamda çok zenginleştirir. Ve hayatımızın içinde ne kadar büyük bir yer kaplar, zaman ister, emek ister, özen ister, korunmak ister vs. vs. Aklımızın, duygularımızın, vücudumuzun tam orta yerine gelip kurulur. Bize gülümseyerek şöyle der. “Buradayım. Buradayım. Beni gör.”

Şimdiiiiii soruyorum. Sizce aşk nedir arkadaşlar? Nasıl yaşanır? Bu iki kişi bir araya gelebilir miydi? Bilemiyorum. Sadece düşünüyorum…

Not: Sevişme sahnesi biraz daha görsel estetik taşısaydı keşke.

Read more...

Karanlıktan Notlar/Tarihi yok....

>> 10 Aralık 2008 Çarşamba

Kattıklarına aldıklarına bakmadan anı yaşıyorum şimdilerde....
Şehrin karanlığında sokak aralarının günahına batıyorum...küfürbaz biri oldum canım her yandıkça...susmaktan vazgeçtim...avazım çıktığı kadar bağırıyor yalnızlığım...bi boş vermişlik balonu var elimde ha patladı ha patlayacak...An ise etrafımda dolanan şımarık bi çocuk...kaçıyor benden yakalayamıyorum zamanı......
Eksilirken sen benden, ben seni içimde çoğaltıyorum...
Ne kadar eksilebilirim ki kendimden daha...ne kadar kaçabilirim sonum olanlardan...ve ne kadar gizleyebilirim ki gerçekleri taş duvarların yalnızlığında...doğduğumuz gün artıyoruz hayata ve her gün çoğalıyoruz acımızla tatlımızla...tek eksilişimiz ölüm oluyor hayatın eski gardolabından, kapağını açmaya korktuğumuz...
ne kadar gitse de bedenin uzaklara, ne kadar gitse de bedenim uzaklara, kaç şehir geçse de arada ,kaç ülke değişse de , kaç deniz aşılsa da , kaç ıssızlıkta kalınsa da , zaman kendini unuttursa da eksiltmiyorum seni içimde...çoğalıyorsun her yeni güne...
unutulduğunu zannettiğin yerden başlıyorsun hayata tekrar kısa bi merhabayla.....
hiç bi şey unutulmuyor..ne sen, ne ben, ne zaman ne de yaşam...ve hiç bişey kaybolmuyor hafıza da, yürekte, bazen üstü küf tutsa da duruyorlar işte o kabuk altında...hadi canım diyorum “hepimize geçmiş ola”....
sebep yoktu ki sonucu olsun...bu defa sonuncusu olsun
sebebi yoktu bunca zamandır kendimden düşüşümün şimdiyse sebebim oldu düş sokaklarının ışıksız geceleri...bi yalnızlık istasyonun da tek başıma zamansız bi yolculuğun hazırlığındayım...ne gitmeye hevesliyim aslında ne de kalmaya...elimde kendi tarihimin anıları var sığmayan bavullar dolusu...giderayak çözüyorum zihnimin bekletilen bilmecelerini....
tarihini unutuyorum ilk gözüme düşüşünün.....
bakma sen benim kendi tarihim dediğime tarihim yok benim...bi doğduğum gün yazılmıştır hafızama...ne acılarımı sığdırabildim zamanın bi odasına ne de sevinçlerimi...tarihi yok benim yaşadıklarımın ondandır hayatımdan kaldıramayışımın...ne başını bilirim ne sonunu...bitmeyen bi nehir ömrüm tıpkı kelimeler gibi... bilmem kaç bahar geçmiş hayatımın üstünden, bilmem kaç defa güneşe dönmüş yüzüm, bilmem kaç kar fırtınasında kangren olmuş yüreğim, aklım...
tarihim yok benim bedenim yaşsız bi kadavra..... “hadi canım hepimize geçmiş ola” balon bu ha patladı, ha patlayacak.....

Read more...

Mühim değil

>> 2 Aralık 2008 Salı


“Mühim değil” ne hoş bir laftır ne çok kabulleniş. Pek sever oldum ben uzun zamandır bu lafı. Çok kibarımdır o ayrıııı…. Ama kibarlığımı bir kenara bırakırsak aslında evet artık mühim değil ki ayağıma basılması, mühim değil damarıma basılması. Kızdıklarım yeter, kızmadan yaşamaya da bir yerden başlamalı. Sakarlık işte ayağına basılması, damarına basılması bir anlık gaflet. Asalım mı yani durduk yere.

Affetmeyi öğrenmeyi neden hep erteledik ki, karşımızdakilere yer açmak yerine alanları daraltarak ayağımızı ayağın altına sokup,"aha ayağıma bastın”suçlusun işte demelere ve bunun savaşlarına niye çıktık ki. Basit gençtik… Basit insandık… Basit hepsinden öte ben eksende yaşar olmaya alışıktık…

Yanıldık…

Mühim değil…

Öğrenmek işte böyle bir şey…


Hayatın aslında yaşama sanatı olması ve bu sanatda, hayatın içindekilerin tek tek önemli ve hepsinin aslında nasıl kırılgan, nasıl yitirilir olduğunu bilerek yaşamaya başladığınızda; hayatın bir gözünü daha öğreniyorsunuz. Kimse ve hiçbir şey kalıcı değil. İşte ta bu yüzden de o kadar önemliler ki, her bir geçirilebilen ân. Yaşasın bu gün de var işte. Yarın yarının sorunu, bu gün sahiplenerek yarına bir yol açtım. Yarın ise…

Mühim değil, bu gün vardı…


“Dip not: Ey benim öfkelerimi çalıp Karadeniz sahilinde kendine hayat kuran adam, Allah tependen baksın. Hayır azıcık kızmam gerekiyor kızamıyorum yahu. Hayır mühim değil biliyorum ama kardeşim bu kadarı da vurdum duymazlığa girmeye başladı… Tez elden bu işe el atıla. Karadenizden hırcın iki dalga kap gel .Bak bir 70'lik söyledim yanına lakerda, az ciroz, beyaz peynir. Balık çpazarındaki masada bekliyorum.

Read more...

56. sayfa ve ötesi.

>> 30 Kasım 2008 Pazar

Bu mim davasını anlamadım blogda. Hoş anlamam da gerekmiyor her hal boş ver. Ama Sevgili "Nily" de bir durumla karşılaştım: Yakınınızdaki bir kitabın 56. sayfasının 5. cümlesini yazın. Hey enteresan geldi bu bana. Ben Tom Robbins'in "Dur bir Mola Ver' ini okumaya çalışıyorum üç gündür. Ciddi bir caba içindeyim bu kitapla. Bazen çok severek bazense ya üf ben bu kitabı sevmedim diyerek okuyorum.339 sayfa ve ben üç günde 122. sayfaya ulaştım. İki saat gidiş iki saat geliş şirket git gel yolculuklarımda 4 saatim bu kitabın. Sonuç bu.

Derken Nily le beraber Aydan Atlayan Fulya kedisi de bu kervana katılmış ana bir de bizim Haşmet ay pardon Haşim de bu kervanda. Eh kambersiz düğün olmaz değil mi buyurun ben de katıldım okur yazar kervanına (Görende adam bir okur bir okur sorma gitsin der ha. Yahu arada verdiğin 20 yıllık arayı nasıl doldurursun sen ona yan salakoş. Ya bir dur ya. Tamam) Yakınımda hep kitaplar oldu benim. Kapağını açmayı hep ertelediğim. Hoş şimdilerde ne bulsam okur tadındayım o ayrı. Ama dostlar size bir 45 lik patlatayım ortaya yakınınızda olanları okuyun. Kitap, film, müzik ve insan hiç fark etmez sadece okuyun. Hey Faruğun şu dediği vardı ya hani Beykoz daki gecede ya ne güzeldi. Hey, Fatih Akın Arka pencere de şunu ne güzel demiş, Tom Robbins 56. sayfasında kelebeklerin ağaçlara meftunluğunu anlattığı satırlar….

Anılar, işte böyle oluşuyor. Önemlisi anlamalar, kabullenmeler ve önemlisi sevmeler.
Sağlıcakla kalın satırlarınızı unutmadan.

Read more...

BİLİNMEYEN

>> 29 Kasım 2008 Cumartesi

Başladığım yere geri döndüm az önce. Öznesi olduğun cümleleri doldurup da bavula, hiç gelmemiş bir treni yolcu ettim yüreğimden. Çekildim içimin en kuytu yerine şimdi, yanı başımda yalnızlığım. Senden sonra kalan sessizliği dinliyorum.

Ben içimin sol tarafında oturuyorum. Sağ yanım boşlukta…
Sen benim sol yanımdasın. Adın yoklukta…

Soruyorum şimdi sana en çok hangi yanda acır canın
Giden de mi, kalan da mı…
Hangi tarafta kalır en çok adın
Soran da mı, susan da mı…
Peki hangisinde daha çok varsın
Yürekte mi, akılda mı
Giden gider.
Sen hep geride kalan mısın
Yoksa koca bir yalan mı

Aşk…
Adın bende
İzin yüreğimde saklı
Yokluyorum da şimdi aklımın takvimini
Senden yana hep devrik cümleler kalmış belleğimde
Sözlüklerde bile bir karşılığın var oysa
Bir tek onun dilinde olmadı
Bir tek onun yüreğinde yok

Read more...

SONRASI...

>> 25 Kasım 2008 Salı

Ağır bir sis çöküyor geçmişin üzerine. Gözümle görmediğim gerçekler arasından el yordamı acılar bulup büyütüyorum. Sığamadığım sorularla küçülüp daralıyor yürek. Ne zaman, bir hayalin neresi, hangi gerçeğin kaç yanlışa kurban edilmesi...Bilmediğim yerlerden yakalanıyorum yine hayata. Ve susmak sana düşüyor, umarsız, giderayak ve kaçar gibi. Sormak ve yine sormak her zaman bana...

Bir dudak büküşünde
Kıvrılıp kaldı zaman
İç çekişinde durdu
Gidişinde
Yok...

Dilimin ucunda
Paslı sevda sözcükleri
Battıkça söylediğim
Söyledikçe yalan...

Düşünüyorum da şimdi
Senden öncesi sus pus
Aklımın yollarında
Sonrası
Yoksunluk
Sonrası
Zarar ziyan...

Read more...

Siluet 11

>> 23 Kasım 2008 Pazar


Önümde bomboş beyaz bir sayfa var, beyazlığı aşağı doğru uzanıyor. Sonu yok yazdıkça arkasının geleceğini biliyorum. Bembeyaz bir sayfa, yepyeni başlangıçlara çağırıyor beni, ne geldiğim yerler ne de yarın gideceğim yer değil, sadece bembeyaz bir boşluk.
Kış gecelerini sevmem ben, kış gündüzlerini de. Kışları bir türlü sevemedim aslında kısaca. Hoş kimin umurunda ki.

“Hey bu satırları yazan adam kışları sevmiyormuş. İyi aman o zaman okumayalım… “

Okumayın, zaten niye okuyorsunuz ki, ne öğrenip benden ne kazanacağınızı sanıyorsunuz. Yok ki ben de, olsa kendime verirdim önce.

En çok ışığın azlığını sevmem kışları ve siluetimle geçirebildiğim o kısa anların daha da kısaldığını bilirim(meğer bilirmişim) ve gene sevmem kışları. Yazmalarım azalır, aynı yaşamalarımın azaldığı gibi. Ayılar haklı, kışın yaşamaya değer yanı yokmuş deyip uyurlar.

Ne zamandır siluetimle konuşamadığımı fark ettim; onu ne çok özlediğimi de. Zamanımız olamadı onla bir türlü. “Yalan”, aslında oldu ama hep görmemezlikten geldim zamanım yok ertelemesi ile. İlla bir yerlerde olmalıydık, ikimizde; Barba’yı çok sevdik, adada olmayı da. Buna zaman ayıramaz (bütçe demek daha doğru)olduk. O zaman konuşamaz olduk zira orada pek güzel konuşuyorduk.
Ama gidemediğimiz yerler dışında, olduğumuz yerde konuşamıyorduk aslında. O bana hey diyordu bak bunu dinle. Bense şirketin bahçesinde bir sigara molasında bir şeyi dinlemek istemiyordum. Hey bir de buna bak, bak ama çok ilginç. Ama ben trafiğin içinde de onu dinlemek istemiyordum. İlla gidilesi hoş mekanlar olmalıydı sohbetler için. Bana dün şirketin bahçesinde lodosun bulutları biçimlendirdiği anda:

- Hey, artık duy beni. Bak zamanımız kalmadı artık sen ve gölgen kalacaksınız. Ben artık yokum. Anlarımız çok önemliydi senle, o kısacık zamanlarımız ama artık tek laf edemeyecek kadar kısa zamanımız. Mevsim kışa vurdu ve ben ışıksız kaldım söyleyecek çok lafım var ama artık sana zamanım yok.

Durdum ve ona baktım güneş ne çok azalmıştı, bana öylesi hüzünle baktı ki, ona dur bile diyemedim ve o son ışıkla gitti. Evet, gölgemle baş başa kaldık o an. Gölgem benim silik ifadem. Siluetim o hep dimdik duran ve bana hep hey sen diyen.

Son duyduğum artık yeni bir hayat istiyorum cümlesiydi. Bunu bana ver, bana sensizliği ver diyordu bir kadın. Bana yeni bir hayat yaşamam için şans dile. Nasılda atlamıştım bu lafı ben. Siluetimi kış uykusuna uğurlarken diyebileceğim

- Hey, bense bu hayatı fark edip anlamak ve sahip olduklarımın tadını çıkarmak istiyorum.

Demek istedim ama o gitti.
Kış geçecek, kar yağacak bembeyaz. Bu sayfa gibi olacak hayat yeniden yazılmaya hazır. Sen hiç baharı gördün mü diyecek biri ve ben;

- Bilmiyorum bu ilk baharım diyeceğim.

Kış da geçer, bu günlerde. Unutmayın yarın olması bile umuttur.

Read more...

İz

>> 18 Kasım 2008 Salı


Yüreğin koysun gitmelerimi
Fırtınalara dayanmış yüreğim.

“bir tek senin meltemine
yenik”


Bir tek sendin
sığındığım
bilmez gibi
bildirmediğimdin.

ben mi geçim
erken mi herkes


Bilemediğim…

Read more...

DÜŞ

Uyuduğum, bir düştü. İçine giriverdiğim, ansızın. Sığamadığım. Yüreğimi sığdıramadığım. Zaman şimdiki kadar yakın, hiç gelmemiş kadar uzak. Habersizdi sevmeler o günlerde. Belirsizdi. Gerçek yoksunuydu bilmeler. Ve kendimden bile esirgediğim cümlelerim vardı, anlamları saklı, özneleri gizli...

Uyandığım; göz kör, dil lal, dört duvar sağır. Üstü açık kalmış bir yürek. Uyku sersemi bir zaman ve alıp başını gitmeler...Şimdiler kayıp, geçmiş hiç yok. Söylenmemiş bir yalanın gerçekliği kaldı yüreğimde. Ve bir düşün hiç silinmeyecek izi. Ve ağır, ve soğuk, ve karanlık...

Düş’tün.
Düş’ümdün.
Gerçeğinden uzak
Uzak olduğun kadar benim...
Düştün, kayıp gittin ellerimden
Gerçek oldun
Kırılıverdin...
Şimdilerde
Olmayan gözlerinden bakıyorum da kendime
Düşüyorum uçsuz bucaksız
Senin gibi
Üşüyorum.
Düştüğün yer o kadar açık seçik ki
Eğilipte baktığımda
Kendimi görüyorum...

Read more...

Öğrenmek

>> 14 Kasım 2008 Cuma

- Hey, dur bakalım nereye böyle?
- Gidiyorum işte biliyorsun, bakmıyorum.
- Yalancı
- Niye ?
- Hayatının her noktasına işlemişken nasıl olurda görmezden gelirsin?
- Bakarsam canım acıyor.
- Bakmasan da görüyorsun ama
- Daha az acıyor
- Yalancı…

Ne çok aslında görmezden gelmeye ittiklerimiz; görmeyeyim, bilmeyeyim çabalarımız. Oysa öylesi deymişse hayatlar içi içe ne mümkün ki bilmemek, ne zor bilip kabul etmek.
Acımaz mı sanırsınız her bir anında varsaydığınız olup biten.
Acımaz mı sanırsınız her bir olmayışınız
Acımaz mı sanırsınız her bir …





Acır…

Acı öğretir.

Read more...

Ada

>> 12 Kasım 2008 Çarşamba

Usulca çekilirsin
Hani hiç olmamış gibi.
Bir yerde olabilirsin
Olduğun yerden ayrı.
Gecelerin bir kokuyla da başlayabilir
Bir sesle de doğabilir gün
Daima tutunacak bir şeyler gerekir.
Umutlarına bel bağlamaktan vazgeçersin.
Suskunluğunu,
Yalnızlığını,
Tam orta yere koyup
Denizin seni içine almasını beklersin.
Bir vapur gelir iskelene
Konukların olur bağrında
Sonra son vapurla uğurlarsın
Sen dışında hayatlarına.
Hiç kimse gitmez senden sanırsın
Yanılırsın.

Read more...

Karanlıktan Notlar/ Gölgeden Karanlığa.........

>> 9 Kasım 2008 Pazar

Gece yarısı karanlık dünya seferleri.....
Boşlukta dolanıyorum, içimin boşluğunu küçük yalnızlıkların hüznüne bırakarak...Korku nerde başlıyor, nereye gidiyor, nerde bitiyor, bilinmez...Korkmalardan korkmuyorum....
Bıraktığın/ bıraktığım yerden düşüyorum sana gene....
Hiç bişey aynı kalamazken aynı buluyorum seni eski düşlerde, düşüşlerde...Elimi uzatıyorum sana...Elim arafta, elim havada, elim yoklukta... Gidişinin rüzgarı esiyor bedenime...Bedenim şimdi histerik bi hasta...Titriyorum.....Elime ayrılığın yeli yazıyor kendi alın yazısını....Üşüyorum...Galiba bu defa senden de düşüyorum...Elime dayıyorum yüreğimin yalnızlıklarını .....Sessizlik ve sensizlik karışıyor birbirine....Ya da bensizlik.... Zaman geçiyormuş işte ve dilimde yeni yalnızlık kelimeleri....
Otobüs camları anlıyor en iyi beni şimdilerde....
Yaslanacak omuz bulamadığı için mi yaslanıyor kafam artık,buğulu otobüs camlarına....
Hüznümü bırakıyorum tanımadıklarıma, İstanbul da şehir içi seferli belediye otobüslerinin ,
sessizliğimin avazını paylaşan camlarında...
Şimdi benim hüznüm dolanıyor tek biletlik İstanbul sokaklarında...Yalnız bi kadın edasıyla...Kimler dokunuyor bilmiyorum camın buğusuna kazınmış hüznümün ıslak kederine.....
Kederlerimi atıyorum boğazın sessiz, dalgasız gecelerinde, denizin dibine...
Dünyanın sonu geliyor,benim sonum geliyor, öfkemin sonu gelmiyor...Küfrüm hiç bitmiyor....Senin sonun gelmiyor...Korkaklıktan mı bunca cesaret...Huzuru aramakta şimdi ruhum senin uzaklardaki bedenin de... Sonum ol istiyorum... “hadi kalk” diyorum ,gözlerinde ölemeyeceğim bi kente gitmeliyiz...ve orda günü bitirmeliyiz...Sen ben olamazken, ben daha sen’ e varamamışken çoğul kişi olalım düşüşler de... Gögsüne dayayıp kafamı, ellerin saçlarımda dolanırken, dünyanın düğümleri çözülerken gözlerinde, nefesin yüzümdeyken, son nefesim ol....
Gölgeden karanlığa notlar yazıyorum....Karanlığın gölgeleri yokken....
Ruhumun aralık kalmış bi yerinden yada yüreğimin bi çatlağından sızıyorsun hayatıma...Geç kalıyorum kendime....Fethin önce beynime...Ben bi çare...Anlamıyorum ,anlamak istemiyorum belki de.Sadece sonu bilinen bi filmi ters düz etmek istiyorum ezberimde...
Bıraktığım an ellerim bulacak seni kendi hikayelerinde...
Ellerim komut dinlemiyor...Aklım karışacak zamanı çoktan geçmiş..Yüreğim bi köşede esir düşmüş.....Susuyorum...
Bıraktığım yerden düşebilirim sana belki de.....

Read more...

DÜŞLERİNDE SAKLA BENİ

>> 3 Kasım 2008 Pazartesi

Kitabının yarım kalan sayfasında sakla beni....
Kaleminin yazılmamış ucunda.
Bu gece düşlerinde sakla beni,
Bulamayayım ben kendimi.
Saklanı verelim bu gece düşlerinin en kuytu köşelerine,
Ciğerimiz de bir solumalık nefesle.
Sadece sen bil orada olduğumu,
Ben bile bilmeyeyim olduğum yeri, sen de yok olayım...
Yüreğimde ,gecede artık senin hükmünde
Durdurmakta senin elinde, düşe devam etmekte..
Bu gece düşlerinde sakla beni.
Gerçekler acıtmasın içimizi,
Duymayalım hayatın o beş para etmez zehirli hallerini.
Sadece ....Sadece biz olalım.
Ne gökyüzünde , ne yer yüzünde arada bir yerde
Yer çekimine inat düşlerinde olalım....
Bu gece düşlerinde sakla beni.
Silelim hafızalarımızın lekeli izlerini,
Uçsuz bucaksız maviliklere yer açalım.
Bir sana....Bir de bana....
Bu gece düşlerinde sakla beni
Sen hissetmesen de sana geldiğimi,
Ben tutayım düşlerinde sıkıca ellerini,
Kayıp gitmekten korkmazmış gibi...
Uzak diyarların yakın sevdalıları olalım bu gece.
Ten de nefes, nefes de yürek, yürek de adam,
Adam da yaşam....
Hayal kurmaya gerek olmadan, yaşama bahane uydurmak zorunda kalmadan
Biz olalım sadece bu gece....
Bu gece düşlerinde sakla beni.
Olsa da sabah, sen uyansan da
Gördüğün düşü hatırlamasan da, düşlerinde sakla beni.
Verme ellere bizi
Önemsizdir hayatta bundan sonra gerisi....
Bu gece düşlerinde sakla beni...

Read more...

Turuncu

>> 30 Ekim 2008 Perşembe

Hani bana ağladığım bir akşam dinlettiğin o parça varya. Niye diye sormamıştın bile. Dinle demiştin hayatın ritmini bulacaksın onda. Sonra susmuştun. Beni gözyaşlarım ve melodiyle başbaşa bırakmıştın.

Hayatın ritmini düşündüm.

Mutluluğun içinde hüzün, aldıklarının içinde kattıkları, ard arda gidenleri ve gelenleriyle, düşerken anlaşılan, yükselirken kanatan hayat.

Sevmekten yorgun düşmek..

Yarasını dağlamak için kor ateşlere attığımız yürek..

Bir bebeğin öpüşünde sondürdüğümüz yangın..

Yangınımızı söndürmek için sığındığımız bedenler..

Sıcağında barınamayıp kaçtığımız sevgiler, sevgililer..

Yanmalarımız.

Kabuslar beynimizi kemirirken ve yanlızlıktan öleceğimizi sanırken uzanan sıcacık bir dost eli.

En kırılgan anımızda acıdan öleceğimizi sanırken, sarılışıyla hayata döndüğümüz sevgili.

Maviliğin içinde yok olacağımızı sanırken beliriveren o turuncu yansımalar.

Hep orda olacaklar sanırken bir anda kaybettiklerimiz.

Sanmalarımız.

Yaşamın ritmi.. Hep bir yürek titremesiyle seyreden bir alçalıp bir yükselen ama bütünüyle güzel, böyle olduğu için güzel.

Solo gitarın melodileri odaya dolduğunda hissettiğim, dokunmaktan, öpmekten, sevişmekten öte bir şeydi. Elini uzattın yüreğime dokundun. Buradaydın. O kadar sendi ki. Nefesini hissettim.

Gözyaşlarım yanağımda kurudu. Defalarca dinledim. Hayır omzuna yaslanıp ağlamak istemedim. Yanında olmak da istemedim.

Zaman ve mekan yok olabilir mi?

Mesafeler bu kadar kısalabilir mi?

İnsan birini yanında hisseder mi bu kadar? Bu kadar bir olabilir mi?

Ve insan yanlızken yanlızlıktan bu kadar uzak olabilir mi?

Sadece bir şarkı bunu başarabilir mi?

Read more...

giderken

>> 17 Ekim 2008 Cuma


Yağmur yağdı bu sabah şehre
Yollar varamadı.
Hani güleç yüzlü bir gazeteci vardı
Beylerbeyi çıkışında.
Simitle su satıyor artık.
Her şey değişiyor…

Gülen yüzü niye değişmemiş?

Read more...

aç parantez kapa parantez

>> 15 Ekim 2008 Çarşamba


Bir gece vaktiydi zaman,
Othello’nun son çığlığıydı sayıklamaları.
Bildik bir tiradın ben ağızlarında
“O” üçüncü şahıs öznelerine bulandı.

Bir kız ağladı peşi sıra
Bir oğlan koca kara gözleriyle baktı
Anlamadı,
Bildi, gidilmeliydi.

Öylece bir gece vakti
Bir valiz hazırlığında tükendi
Tüm gelecek zaman
Tümüyle de geçmiş zaman

Bir ağızda tükürüldü
Ben sen ve biz olan
Alındı tene kim varsa yaralara yarayan.

Bir kedinin bokunu temizlemesi gibiydi
Apış aralarındaki zevkin yaralarını yalamak
Öylece geçti zaman
Bir gece vaktiydi

Yılların sadece sorgusuz sonucu
Kimliksiz telefonların
Aynalara aksiydi

İşte öyle çok da bildik bir öyküydü aslında
Bir zaman,
Bir hayal
Bir sevgi
Bir ( )

Read more...

KABUL


Konuktu baktığım yerde
Kanadını açmış öylece uçuyordu
Ben başka bir yere bakarken
O kalıp gitti…

Hayatımdaydı
Kanatlarındaki rüzgar
Ben deniz feneri ışığında arardım
Dönmelerimi.

Al vur şimdi çıkmaz yollara
Vur kendini bilmediğin limanların
Dipsiz kahır gecelerine.
Konuk et kendini bir tenin sıcağına
İnkâr et üşümelerini.

Sonra kal kendine
Bir ada edasıyla
Gelip giden gemilerin ardından
Bekle.

Konuktu oysa
Nefesim gibi
Benden gitmeye hazır
Kabul.

Read more...

KAPI-3

>> 8 Ekim 2008 Çarşamba

KABULLENME

“Daha geçen gün bir anneye rastlamıştım. Bir yıl dedi. Bir yıl dayanabildim. Baktım ki çıldırmak üzereyim çocuğumu anneme bırakıp işime geri döndüm. Benim kızım bakıma muhtaç bir özürlü. 11 yıl oldu. Çok küçük ilerlemeler oluyor, ama ben artık neyi hedeflediğimizi bile unuttum. Artık onun bu terapiler ve eğitimlerle acı çekmesini istemiyorum. Ben tedaviyi reddediyorum”. “Biraz daha deneseydiniz. Ama tabi yine de siz bilirsiniz. Umudunuzu yitirmeyin”. Merkez sorumlusunun yüzü allak bullak oldu.

“Umudumu yitirmiyorum, sadece olmayacak şeyleri umud etmekten vazgeçiyorum. Çocuğumun fizyoterepisti, eğitimcisi bakıcısı değil, onun sadece annesi olmak istiyorum artık. Ve inanın bu beni onun yürümesinden daha mutlu edecek. Kızımı da. Tedavilerle uğraşırken onunla nasıl yaşayacağımı unuttum. Anneliği unuttum. Ben uyum sağlamak istemiyorum artık. Dışarıdakiler bize uyum sağlasın”.

İçinde üzüntü, yüzünde rahatlamayla dışarı çıkmak üzere ayağa kalktı.

“Of Allahım 11 yıl oldu. Hala yürümüyor bu çocuk. İlla inat yapacak. Yürüyebiliyor terapide halbuki. Geçen sene arabamızı sattık onun yüzünden. Kocam da ne kadar anlayışsız. Nerdeyse boşanacağız. Bu merkeze yakın bir yere taşınalım dedim kıyametleri kopardı. Anlaşamıyoruz onunla”.

“Mert dik dur. Adım at. Hadi annecim adım at”. Mert gözlüklerinin üstünden etrafına bakındı, adım atmadı bekledi, bekledi. “İstemiyorum. Yürümek istemiyorum. Yorgunum”. “Mert beni sinir hastası ettin. Yürüsene oğlum. Okulun bahçesinde koşabilmek için önce yürümen gerekiyor. Yoksa top oynayamazsın”.

“Zaten tüp bebekti Mert. İkinciyi de yapamayız.Polis olmak istiyor babası gibi. Oğlum çok akıllı, okulda yaşıtları gibi nerdeyse, biraz tabi biz destek oluyoruz ama olsun. Yaşıtları gibi olabilir. Zaten onlardan pek de bir farkı yok ki. Bir yürüse. Az kaldı ama. Terapiye cevap veriyor. Çaresizim başka ne yapabilirim. Onun normal bir hayat sürebilmesi yapabileceğim başka bir şey yok. Ama ne kadar normal olacak kimse bana bunu söylemiyor.”

Kadının üzüntüsü o kadar derinleşmişti ki artık onu hissedemez olmuştu. Oysa baktığınızda hüznünün sadece yüzünü değil bütün vucudunu da kapladığını fark ederdiniz. İçeri girmek için çocuğuyla birlikte adım attı.

İki kadın kapıda karşılaştı. Hayatı ağır çekim yaşamayı çoktan öğrenmişlerdi. Kalabalığın ortasında kocaman iki yalnızlık, gülümseyerek birbirlerine yol verdi.

Read more...

Gitsem!..

Bir yer olsa gitsem!...Cebimde beş taşım!...

Avucum kadar bir şehre gitsem…El kadar olsa kederleri…İçinde kaybolmayacağım sokaklarında yeniden büyüsem o şehrin…Hangi yöne gidersem, hep denize çıksam…Sabah pancar motorunun pat patıyla uyansam…Gözümü açtığımda, ilk yosun kokusunu duysam…Koltukaltında gelen ekmek çıtırtısıyla irkilsem…Kalktığımda çiçekli elbisemi hevesle giysem…Süt koksa nefesim… Güneşe banar gibi bansam ekmeğimi, yağda yumurtanın sarısına…Sadece ekmeğe aç olsam…Ruhum tok uyansam…Telaşım bir tek balıklarla sohbete gecikmek olsa...Geçtiğim sokaklardaki kadınlar ağız dolusu gülse…Bana da öğretseler memelerimle gülmeyi… Çocukların kirli suratlarını öpsem…Sümüklerini kollarına silseler, gülsem…ve uzun eşek oynuyor olsalar uzun uzun…Akşama babalarına şikayet etse kadınlar…İnsem bir kıyıya üç beş hüzünlü şiirle…Yüzünü güneş kavurmuş adamlarla çay içsem…Çizgilerinden öğrensem hayatı…Onlara bayram merasiminde çocuk gibi, titreyerek okusam yazdıklarımı…Gülseler..biraz daha çatlasa yüzlerinin toprağı…Ellerim nasır tutsa akşama…Gerçek kesiklerimden, görünür kanasam…Evde elime eski bez bağlasa sıcak bir ten…Balıkların ölürken, tutanlara hayat öğrettiğini hatırlasam…Hatırlatanı yanımda bulsam…Çiçekli perdelerimi kapatsam…Beyaz patiskaların lavanta kokusu uykumu getirse…Pirinç bir karyolaya gönüllü girsem…Kaneviçe işli yataklara yapışsam…Nakışlı uyusam…

Bir yer olsa gitsem!...Yanımda kalbim!...


ATEŞE DOKUNUR GİBİ DOKUN BANA…
KORKMA!…
GÜZÜM BEN ASLINDA…
KENDİ YANGINIMDA SOĞUDUM…
BENDEN BAŞKASI YANMAZ BENDE…

Read more...

günaydınım

Sen benim küçük mucizemsin
Bir ılık dokunuş rüzgar tenli
Geçip giden.

Ziynetim di adın adıma eklenmiş
Nereye kadardı ki dün.
Uyuyabilinmiş mi ki gecesinde
İyi uyu canım içi denmeden.

“Taş duvarlarda gün ışığını yakalama uğraşında
Uykulardan bir haber yatışlar.
Günü karşılamaya bi haber
Günaydın canımla başlamayan cümleler.”

Haydi red et
Zamanın seninle geçenini
Vaz geç ve git ötelere
Haykır…

Bir kulaktadır
Duvarlarında yankılanmaz sesin


Şaşarsın.

Read more...

Kumpanya

>> 7 Ekim 2008 Salı

Dün, Beyoğlu'nda bi kumpanyaya rastladım.Semtin adına yakışmayan, beyinsiz oğlanlar, kadının çevresinde toplanmıştı.Etrafta, arenada kadının kanını görmek isteyen, yığınla hemcinsi vardı.Şehvetten ve acizlikten kudurmuş Romalılara benziyorlardı.Yanyana dizilmiş, salyalı, sümüklü kadınlar, erkek zaferinden, bayrakla çıkmayı ister gibiydiler.Etraftaki adamlardan, daha fazla kan kokuyorlardı.Acıyla beslendikleri, basenlerinden belliydi..hayatları boyunca, kadın programlarında eğlenmişler şimdi, gerçeğini seyrediyorlardı..

Onlar görmedi ama, tükürdüm kürklerine..

Beyinsizlerin ortasında, bir kadın etini kesip, hepsine birer parça veriyordu.Aç adamlar, doymak bilmez bir iştahla, kadın eti yiyiyorlardı...

Canım acıdı! gözgöze geldim kadınla..Cesaretle gülümsedi sanki bana..Tam; "yapma, acıtma artık canını, kesme etini" diyecek oldum, elini, sol memesinin altına götürdü.."korkma, asıl olan duruyor" der gibiydi..

Daha cesur duruyordum kadının solunda..Etini kestikçe, gülüyor, adamlar hırsla kadına bakmadan, verdiğini bitiriyorlardı..(kürklü zavallılar alkışlarken...)Kaç saat geçti hatırlamıyorum.Şölen bitmişti!Kadın kalktı, eteklerini silkeledi, hiçbir yeri eksik değildi.Tüm şaşkınlığımla, elimi uzattım, iskelet olmuş adamların üzerinden atladı..

Kenarda eğildi, yerdeki adamlardan birinin kaval kemiğini aldı, dişlerinin arasına soktu, sonra bana döndü;
_"bu, bir ara ağlar gibi olmuştu,o kaldı dişimde" dedi...
Sonra, bekleyen şehvetli Romalı hemcinslerine döndü;
_"bu gecelik bu kadar!..hadi herkes kendi kederine" dedi.

Sonra, o ve ben tünele doğru süzüldük...

Read more...

Halbuki Herkes Kadar......

Halbuki herkes kadar insanmışız işte....

Var zannettiğimiz yüreğimiz aklımızın bir yanılsamasıymış...Aklımızsa birilerinin yarattığı basit algılamalar sistemi toplamıymış...

Herkes kadar yaralarımız varmış hayata ve yaralarımızın mütemadiyen koparılan kabukları...

Bazen bir el uzanmış karanlıkta ki elimizi tutmaya, bazense daha da karanlığa itmek için uzanmış o el bizim karanlığımıza...Herkes kadarmışız işte.....

Bazen en büyük acılar bizim zannetmişiz çaresizce kendimizi çarparken duvarlara, bazen de mutluluklarımızı sonsuz yaşamışız, son hesabı yapmadan.....

Kapılar olmuş hayatımızda. Ve her kapının ardında bir hayat...Bir çaba...Bir insan....Bazen kapılar kendiliğinden açılmış önümüzde , bazen biz açmışız kapıları olan gücümüzle, bazen de kapılar taş duvar.... Kimisinin içi kapının ihtişamı gibi, kimisinin kapısı ihtişamlı içi boş gibi, kimisinin kendi viran ama içi saray gibi...

Arada kendimiz girmişiz ardına kadar açılan kapılardan, arada birileri çekmiş bizi içeri...Bazen de zorlamışız asla giremeyeceğimiz kapıları...

Sonuç...Gitme vakti geldiğinde ayrılmışız oradan, ruhumuzun göç vakitlerinde... Bazen vakitsiz, korkarak....Bazen de atılmışız kapıların ardındaki hayatlardan...

Eşiklerimiz olmuş hiç aşamadığımız...

Halbuki ne korkakmışız içeri girmeye ne de cesur...Öyle arada bir yerde işte....

İnsanlığımızı büyük zannetmişiz, tanımadığımız kapıların kenarlarındaki gözlerin hayat acılarını duyarken...Bilmediğimiz coğrafyalarda yolculuklara çıkmışız o gözlerin izdüşümlerinde....Ama gelmemiş elden bir şey...

Herkes kadar insanmışız işte...

Yolları sevmişiz sonu olmayan, bekleyeni kalmayan yolları...Bazen düşünmeden sonumuzu biz vurmuşuz yollara...Bazen de kalmışız ve beklemişiz hep başlangıç noktasında....Halbuki gidende acı çekmiş, kalan da...

Oyunlar oynamışız yaş denen beden ölürken...Bazen mutlu, bazen mutsuz sonlu...İnanmak istemişiz hayata, dostlara, akımlara, aşka, dünyaya ama ve aslında en çok da kendimize...

Yasak olanı sevmişiz hep, girme denilen kapılardan girmişiz, geçme denilen yollardan geçmişiz....Kendimizi döke döke, kendimize kata kata....

Herkes kadar insanmışız işte...

Halbuki...

Yaşam bir kısır döngüymüş, sunulan hayatsa bir hücre...Hücreler etrafımızda çepeçevre...Bazen coşmuşuz da duvarlarımızı yıkmaya kalkmışız, bazen de yıkılan duvarların altında......

Arada bir can kırıklıklarımıza dayanamayacağımızı sanmışız da başkalarının onulmaz can kırıklarını gördükçe çektiğimiz acılardan utanmışız...Acılardan utanmamayı öğrenememişiz hala...

Uzak yıldızları sevmişiz hep, uzak olmayı, uzakta kalmayı....

Eksik hissetmişiz kendimizi hayata... İşte bu yüzden , bu yüzden tamamlamayı becerememiş hikayelerimizi...Tamamlamayı becerememişiz cümlelerimizi....

Halbuki herkes kadar insanmışız işte...Ne eksik, ne fazla....

Herkes kadar işte...Herkes kadar...Halbuki...

Hal....Bu...Ki...

Read more...

...

>> 6 Ekim 2008 Pazartesi

“Şu Kız Kulesi’nde akıl olsa/

Galata Kulesine varır/

Bir sürü çocukları olur”


Bedri Rahmi EYÜPOĞLU



Name

Bre Galata Kulesi bre
Bre boyu posu devrilesi
Kurudum yolunu gözlemekten
Gülgibi kısmetlerimden oldum
Almadın beni
Deryada kaldım
İki elim yakanda
Dilerim
Ne yaslanacağın bir omuz
Ne sığınacağın bir dulda
Çürüsün çıyan ömrün
Çürüsün galata kapılarında
Domuz!!

imza
Kız Kulesi



El Cevap

Bre Kız Kulesi Bre
Bre cadı aman
Sen kendi işine bak
Oynaş dur gelip geçen
Basma bayraklı serseri gemilerle
Bi daa
Öle mektuplar felan da yollama
Martılarnan
Bırak yakamı
Zaten bi yanın Selimiye
Selimler yesin bi yanını
Elimi sallasam ellisi
Saçımı sallasam tellisi
Namım yürür Pera’da namım
Bre kırk dalganın yosması
Sana mı kaldım

İmza
Galata Kulesi





Galata Köprüsü
(eski,yanan köprü)

Çökmüş suyun ümüğüne
Urumuna müselmanına
Kesmiş yolu
Uzatmış ayağını
Yakmış çubuğunu
Yeni Cami
Karşısında süngü takmış nöbetçi
Galata Kulesi kulağında karanfil
Haliç
Kuşağında hançer
Köprü değil it oğlu it
Külhan beyi

Read more...

Şiirizm(Orhan Veli'ye)

>> 5 Ekim 2008 Pazar

Bütün tayfa başüstüne! Aşiyan aborda..Mayna demir..Orhan zor durumda..rakısı bitmiş!!




Kaykılıp kalmış Aşiyan'da
Bi Omzu kuş
Bi omzu boydan boya yokuş
Neylesin
Onca akıllı akledemedikten kelli
Elcağızının yanına
Bi kadehcik ile bi şişecik koymayı
Neylesin Orhan Veli
Ey ahali
Burdan denize bakmak yasaktır
İkinci bir şiire kadar

Read more...

Deryaylak

Denize dururum seherin
El-pençe divan
İki masal bi hikaye okurum
Kuşlara
Daha balıklar uyanmadan
Hep zilzurna parasızlık
Bi çıkar yol sorarım martılardan
Tutup iki kadeh de denizden içsem
Bırakmaz hergele mavi
Yapışır yakamdan
Vardiya alır Cibali'de
Bir kehribar kız yarimdi
Kibritlerin çakmakların yaktığı
Kalem kalemdi parmakları
Çıkamıyor aklımdan
Bir gemi geçer Ümit Burnu'na
Basma bayrak ve it
Bir kara şilep ki
Bir karabatak gibi
Süzülüp geçen bu ümitsiz gemi
Ümit Burnu'na beni de götürmez mi
Yoruldum
Üsküdar'a tek kürek yaşamaktan

Read more...

Hüzün babam olur benim

>> 2 Ekim 2008 Perşembe

Selamünaleyküm Üsküdar
Bi kadeh rakı
Ben bi yokuşum şuracıkta
Kimseye karışmadan denize inen
Sağım Çarşı
Solum meyane
Yine çırak çıktım günden
Uzun etme
Bi kadeh rakı işte
Kayba kar derim ben
Rakıya yar
Bulanır göynü bembeyaz olur
Şıp ay damlar kalbime
Ay damlasın
Kalbim benim akılsızım
Git bi koşu bak bakalım kuşlara
Bak bakalım ne halt ediyor deniz
Git bi tren karşıla rast gele
Bi tren yolcula
Hoşgelişler et mendil salla ağla
Hep böyle çırak çık günden
Korkma
Hüzün babam olur benim

Mehmet Süreyya Timur

Read more...

içimin bayramlık halleri

Bayram dediğin, bana hep bir numara büyük kırmızı rugan ayakkabıdır!… Giydiğimde bana göre, dünyayı ala boyayacaktı. Nar gibi kızıl ve çoğul yapacaktı düşlerimi…Dağılmam çoğalmak olacaktı…Her bir benden, bin ben çıkacaktı…Bir macun çubuğuna dolamıştım kendimi…Canım nasıl isterse o gün, o renkti elimde tuttuğum hayat.. “Yeşili bol olsun” diyordum…O gün her yer yeşildi... Ertesi gün, rengim değiştiğinde itirazsız boyuyordu macuncu amca ömrümü... Rengarenk hayaller kuruyordum bir çubukta… Ayağımda bir okka pamuk, hayata meydan okuyordum!…Gökkuşağı halt ederdi ancak yanımda… Bastığım yerden gelincik çıkacak sanırdım... Ama, bir numara büyüktü ayaklarıma hayat!.. Bastığım gelinciklerin öleceğini geç anladım... Daha doğrusu, gelincik ömrünün kısa olduğunu, onların seyirlik zamanlara misafir geldiğini, ayaklarım büyüyünce öğrendim…

Ağzımda akide şekeri gibi eriyecek bir ömür hayal etmiştim… Bitmesin diye çocuk diliyle hile yaptığım… Yutkunmayınca bitmez sanırdım... Dolayıp dururdum dilimin altında... O kadar geç anladım ki, dil altında değil, güzaltında bir hayatım olacağını…

Bir şey değişmedi!... Şimdi de hayat bir numara büyük geliyor. Hayat!... Doyasıya giyemediğim, arkasına pamuk tıkılmış bir ayakkabı aslında..… Belki de, sadece bu yüzden sevmiyorum bayramları... Tadı papucumda kalan suni bir sevinç!..

Hayat!...Ayağımdan çıkmasın diye çarpık yürüdüğüm, rengine bakmaktan taşı görmeyip düştüğüm… Dizelerim yara bere… Biraz kanlı yazıyorsam, anlayın!... çocukluktan kalma, kırmızıya meyilli harflerim…

Bayram demeyin bana!... Dağılıyorum!… Artık, benim için , çocukluğumu bıraktığım yapay el öpmelerdir bayramlar...

O bayramlardan kalma alışkanlık belki de? Hep bir numara büyük seçiyorum mutluluğu.., Bir tutam pamuk elimde...Sana biraz büyük "Kırmızı rugan bir ayakkabı kalbim!.."

Bu akşamsefalarının derdi ne ki günle?
Bildim bileli, konuşmazlar güneşle...
Gecelerimiz kalabalık...
Ot gibiyiz...
Hiç fesleğen kokmuyoruz artık...
Sevgilim, inan bana...
"Aşk" çok bukalemun bir kelime...
Kalbinle dokunmazsan, çıkmıyor aslı eline...
Ay bu gece kanamalı...
Ayhali olmuş diyorlar..dokunmamalı!...

Read more...

Kuş Bakışı

>> 1 Ekim 2008 Çarşamba


Bu yazı bir arkadaşıma ait, onun bir martının bir ânını paylaşmasının hikayesi. Bazen hayatlar işte hiç de sandığımız gibi basit karşılaşmalar değil ve bazen bitti dediklerimiz aslında bizi çok daha ötelerde bitişlere de taşıyabilir. Ân, ne kadar da değerli bir hazine…
Kaptanzade.



KUŞ BAKIŞI

Yaklaşık 20 dakika Bostancı Vapur İskelesi arkasındaki kayalıkların üzerinde o bizi seyrederken biz de onu ve arkasındaki muhteşem manzarayı izledik. Güneş henüz batıyordu. Konumuz ve konumumuz gereği güzel dakikalardı...Bizimle müziğimizi, sohbetimizi paylaştı. Hatta bir ara bizi dinlediğinden iyice emin olduk. Ona bakarken arkadaşıma martılarla ilgili başıma gelen komik anılarımı anlattım. Hasan- Hüseyin, Palaz - 1- Palaz - 2... Güldük...Sonra sıra bize geldi, "Nefes almak..." dedik, "Çok değerli..."Hasan Doğan uğurlanmıştı o gün. Allah rahmet eylesin, ondan bahsettik. "Hayat..." dedik, "Ne tuhaf..." nefes aldığın süreç kadar.Plan yapmamalı..Akşam rüzgarını içimize çektik, "İşte bu kadar." dedik, "İşte bu kadar.". ÂN YAŞANMALI, ÂNI YAŞAMALI! MARTHA bizi seyretti, arkası bizim baktığımız manzaraya dönük, yüzü bize doğru. İnsanlara, kıyıya, kalabalıklara bakıyordu. Arkasındakileri biliyordu nasılsa; deniz, balıklar, gökyüzü, kuşlar, bulutlar...Hepsi tanıdıktı, harikaydılar. Tanımadığı bizlerdik, anlayamadığı ve son kez baktığı bizlerdik, insanlar. Tam ayrılırken oradan, bir şey dürttü sanki, yanına gittim. Göğsünü kayalıkların üzerinden kaldırdığı anda fark ettik ki kan var; ayağından, göğsünden kurşunla yaralanmış.Arkadaşımla koşturduk ama malesef kurtaramadık. Çok üzgünüm, çektiğimiz bu fotoğraf onun keyfini çıkardığı son dakikalarıymış meğer...Sohbetimiz ortakmış. Konumuz ortak. Aynı anda o da düşünüyormuş Hayat gerçekten tuhaf.

Yaşam nefes aldığın ÂN kadar...


Türümüz adına ondan çok özür dilerim.


Çiğdem İrtem

Read more...

Sol Yanım.......

>> 27 Eylül 2008 Cumartesi

Yatağın sol yanı boş... Yoksun... Ama ben varsın, ordasın gibi davranıyorum.

Her sabah gözlerimi açtığımda sol yanıma bakıyorum alelacele... Yatağın hep sağ yanında yatıyorum, boşluğunu doldurmamak için. Hiç kullanılmadığı halde sol yastığın kılıfını da değiştiriyorum zamanlı zamansız. Yatağın sol yanı boş. Aldırmıyorum. Yokluğuna alışmaya çalışmıyorum. Zaman geçiyor bana rağmen, ama ben asla alışmıyorum yokluğuna. Bir tek nevresimin, çarşafın çok kullanılan sağ yanının pütürlerine inat, sol yanımın ıssızlığı acıtıyor canımı...

Zaman geçiyor sana rağmen. Ama sen hep aynı yaşta, aynı bakışta, aynı ruhtasın şimdi, büyümüyorsun... Büyütemiyorum...

Olmadıkların, olamadıkların ve olamayacaklarının hayallerinde buluyorum seni. İyi bir adamken –hani o çok güldüğümüz iyi tabiriyle- iyi bir babayken, iyi bir çalışanken düşünüyorum seni bazen. Ben yokum bu defa da, yatağın sol yanında sen uyurken...

Değişiyor her şey, zaman geçiyor, ben değişiyorum, aylar değişiyor, insanlar değişiyor, önceliklerimiz değişiyor, dünyaya bakışımız değişiyor..... Bir tek değişmeyen sol yanımın boşluğu ve senin son kez bakan gözlerin...

Yapmadıklarını, yapamadıklarını ve asla yapamayacaklarını yaparken düşünüyorum seni... Maç izlerken, yağmurda benimle yürürken, kavgalarının bile sonunda gülerken...

Sol yanım boşlukta şimdi, ama ben hiçbir zaman yatağın sağ yanından sola geçmiyorum sen varsın gibi...

Çok şey yapıyorum artık hayatta... O “çok şey”in içine sığabilecek her şeyi... Okuyorum, izliyorum, gülüyorum, uyuyorum, seviyorum. Bir tek seni büyütmüyorum bir de sol yanımın boşluğuna alışamıyorum.

Aklımın odalarını karıştırıyorum ikide bir. Bazen gözlerimi açmadan zihnimde sen varken, el yordamıyla bakıyorum boşluğuna “orda mısın” diye... Elime sadece boşluğunun soğukluğu, ruhuma ayrılık rüzgarı esiyor. Üşüyorum. Sol yanımın boşluğuna dönüyorum gene.

Kelime yığıntıları biriktiriyorum hem kendi içime, hem de karalayabileceğim her yere. Sözlükte karşılığı olmayan kelimeler buluyorum sol yanımın boşluğunu anlatmak için ama kelimelerde anlatmaya yetemiyor... Sol yanım boş hala...

Doludizgin geçiyor yıllar. Ben dursun istesem de zaman sana rağmen, bana rağmen geçiyor. Elimde olmayanlarla büyüyorum şimdi. Yeni şeyler keşfediyorum, yeni sevinçler yaşıyorum, yeni hüzünlerde ıslanıyorum ama sol yanımı senden sonra hep boş bırakıyorum.

Önceliklerimi devrediyorum sana zamanla. Sen gibi bakmaya, sen gibi tutunmaya, sen gibi sevmeye çalışıyorum. Başaramıyorum, düşüyorum...

Gitmediğin , gidemediğin ve asla gidemeyeceğin yolculuklara çıkıyorum, ruhumda taşıdıklarımı saymazsak tek başıma. Elimde yarım yamalak bir hikaye tamamlamaya çalışıyorum ama olmuyor. Hep sol yanımın boşluğunun sızısı kalıyor içimde... Alışamadığım bir iç acısı var şimdilerde...

Yatağımında, hayatımın da , bedenimin de, hikayemin de sol yanı boşlukta...

not: Bu yazının da sonu yok....."Bu sabahların bir anlamı olmalı"-Vega'dan....

Read more...

Aşk en çok O'na yakışıyordu / 3.bölüm: kim?

>> 25 Eylül 2008 Perşembe

Otobüste sıcaktan ağarlaşan hava insan kokuları ile karışıyordu. En pahalı parfümler bile birbiri ve ter kokular ile karışınca dünyanın en berbat kokusu oluyorlardı. Herkesin bi kokusu vardı. Teninin kokusu. Ama burada herkes aynıydı.

Mimar olmak istiyordu resimlerle, çizimlerle arası çok iyiydi.Ve bu şehrin mimarisinden nefret ediyordu, dünyanın en güzel kentinin nasıl çıkışı olmayan berbat bi labirent haline getirildiğini gördükçe. Otobüsteki herkesin iç sesini duymaya hareketlerini anlamlandırmaya çalışıyordu. Bir makalede okumuştu kendi kendine konuşanlar iyi yazabilir diye. Çok gülmüştü ama kendi kendine konuşanlara değil konuşmayanlara. Düşünüyordu bir insan nasıl kayıtsız kalabilir kendi iç seslerine. Kulaklığında sevdiği bir şarkı vardı o an. “herkes aynı hayatta kendini bişey sanma” diyen. O an fark etti herkesten çok iç sesi ile konuşan adam ve kadını. Ne kadar da birdiler bakılan noktadan da.

“Kim sorusunu sordunuz mu hiç kendinize. Sahi siz kimsiniz? Kimliğinizde değil içinizde yazılanı soruyorum ben yeni yetme aklımla. Hüzünlü kadın, kim yaktı canını, bu kadar kime öfken, kime bu susmaların, kime bu sevda sarılışların. Peki sen sıfatlardan kurtulan adam, kimden kaçışın aynadaki senden değilse. Kime bu kavuşmaların, kim için bu aceleci halin.”

O da diğerleri gibi küfür molası vermişti düşüncelerine. İkisinin de hareketleri, ürkekliği beklide aynıydı. Birbirlerinin gözlerinde eriyorlardı sanki..

“Ne kadar birsiniz oysa. Ama yol bitince ayrılacak bi bir. Kime koşacaksınız geride bırakarak bu yolculuğu. Kim saracak sıkıca sizi. Kim aşk olacak sadece hayatınızda. Ne zaman kime aşık oldunuz en son gerçek bi adama yada gerçek bi kadına. Gözlerinizin aşkından çok mu sevdiniz onları da. Kimin önemi ve önceliği var hayatınızda”....

Şarkı devam ediyordu bir yandan “gözlerimi açsam da sen çıksan karşıma.....”

................

- Ali bey derse katılım yapmayı düşünüyor musunuz şu kulaklığınızı çıkarıp?

- Pardon hocam bir şey mi dediniz.?

- Dersi dinlesen diyorum Aliciğim. Sınava az kaldı biliyorsun. Dershane denemelerinde aldığın puanlara güvenerek bu kadar rahatsan hiç salma kendini boşuna. Gerçek sınav daha zor. Gerçi sen bu konuda sınıftaki herkesten tecrübelisin.

- Dinliyorum ben dersi hocam.

- Çok belli. Merak ettim nasıl dinliyorsun bir yandan kulağında şarkı çalarken. Tahtaya bile bakmıyorsun. Gençler hepinize bu sözüm beni iyi dinleyin kısa bir süre sonra hayatınızın dönüm noktasındaki bir sınava gireceksiniz. Bu sınav sizin hayatınız.

- Sınavdan sonra başarısız olanların hayatla mukavelesi iptal mi olacak hocam?

- Ali küstahlaşma sizin iyiliğiniz için konuşuyorum ben. Ayrıca bu akşam hepiniz bu gün işlediğimiz konudan, cümlelerin öğelerinden 100 soru çözecek.

- Hocam çok ama tüm hocalar her gün her dersten 100 soru veriyor, etüddekiler hariç.

- Çiğdemcim haklısınız ama tüm öğretmenleriniz sizi düşünüyor. Geleceğinizi.

- Eminim. Bizi mi yoksa kendi başarılarını mı?Ona göre fiyat artırımına giderler seneye. Ne kadar çok öğrenci üniversitede, seneye o kadar çok kazanç.

- Ali bu söylediklerinde çok bencilce davranıyorsun. Bunların doğru olmadığını sende biliyorsun. Gereksiz tartışmalara girmeye gerek yok çocuklar.Ali madem dersi dinledin hadi kalk zil çalana kadar bize tahtada bir örnek çöz. Hatta istediğin cümleyi yaz ve onu cümlenin öğelerine ayır.

- Tamam.

Yavaşça kalktı Ali sırasından. Tahtaya doğru ilerlerken, cümlesi kafasının içinde oluşmaya başladı. Bu kadarını yapmalıydı hayalindeki kadınla adama. Sıkıcı bir derste ona arkadaş oldukları için. Eline tebeşiri aldı Ali. O sırada tekrar Türkçe öğretmeninin sesi duyuldu.

- Bak bu defa devrik cümle kurma ama Ali. Sen seversin devrik cümleleri.

Ali söylenene kulak asmadan tahtanın üzerine yazdı kendi cümlelerini.

“Aşk en çok O’na yakışıyordu; zamansız bir zamanda, sıfatlarından arınmış yüklemini arayan gizli özneye”......

BİTTİ....

Read more...

KAPI-2

TESLİMİYET

Aynaya bakıyorum. Orda gördüğüm kadını tanımıyorum.

O kadın ne yapmaktan hoşlanırdı, neden korkardı, neye gülerdi, neden nefret ederdi? Film izlemeyi sever miydi mesela? Şimdi neden seyredemiyor, sevmediği için mi? Başucundan kitaplar eksik olmazdı, -hoş hala eksik değiller- neden şimdi okuyamıyor?

Duygularına ne oldu bu kadının, kimseye acımıyor mesela, ya da kimseye şaşırmıyor. Merak eder miydi mesela saksısındaki menekşenin evin hangi köşesinde daha çok çicek vereceğini?

Peki fikirlerine ne oldu bu kadının, ne düşünüyor sokak çocukları hakkında mesela, yardım edermiydi onlara? Bir sonraki seçimde hangi parti çıkardı sandıktan? Türban hakkında ne düşünürdü?

Arkadaşı sevgilisinden ayrılmış. E ona ne? Alooo. Facebook diye bişey çıkmış, millet eski arkadaşlarını ordan arayıp buluyormuş, yeni arkadaşlar ediniyormuş, e ona ne canım. Uzak doğu filmleri ortalığı sarmış, allah allah, onlar karete filmleri değil miydi ayol, hani vurdulu kırdılı. Yahu bir zamanlar okuduğu şiirin bir dizesine takılıp ağlayan kadın sen değil miydin? Televizyonda seyrettiği aptal şeye gülerken koltuktan düşen?

Kendine dair hiçbir şeyi hatırlamıyordu o kadın. Kendine karşı sorumlulukları yoktu. Mesela evdekilere ne haliniz varsa görün, kız arkadaşımla iki satır sohbet etmeye gidiyorum, bir kahve içip geleceğim demezdi. Çünkü hep yapılması gereken bir işi vardı.

Sorumluluktan ve şekilden ibaret bir kadın. Kim böyle bir kadınla yaşamak ister ki. Ben istemiyorum.

Aynaya sırtımı dönüp kapıdan çıkıyorum.

Kendimi kendime teslim ediyorum.

Read more...

Bir eylül yazısı

>> 20 Eylül 2008 Cumartesi

Bir anda oldu,
Oysa ben duruyordum
Ve artık sen yoktun.
Önüme baktım
Ardıma sonra
Yoktun işte.
Önce anlayamadım
Sabah sensiz uyanmıştım
Tan yeri rüyalarımdan.
Oysa hep gelir fısıldardın bana rüyamda.
Bir anda oldu dedim ya
Aynı gidişim gibiydi
Hoyrat sensizlik.



Ne garip değil mi, yıllardır biriktirdiğin her şey bir sabah uyanışında bakıyorsun ki yok. Artık aynı bakmıyor, aynı duymuyorsun. Aynı değil hiçbir şey ve aslında yepyeni ve bir o kadar da merakla gözlenen. Artık hiçbir şeyi aynı yapmıyorsun. Tekil cümleler kurup, tekil programlar yapıyorsun. Tek kişilik tarafındasın masanın ve yatağın tek yanında yatıyorsun. Yalnızlığın keyiflerine varıyorsun. Sessiz evde kendi müziğin, kendi köşen. Zaman geçtikçe bu yalnızlıkla sorularını tek-tek yanıtlıyorsun. Sessizlik, tüm düşüncelerin duvarlarda asılı, artık zamanın var onlara tek-tek bakmaya. Öfkelerini alıyor derdest edip çöpe atıyorsun, sonra tüm olmadı suçluluklarını.
Kabulleniyorsun ve artık sabah uykularından onun yüzüyle uyanmıyorsun. Artık, sadece kuş sesleri uyandırıyor seni ve sen artık gülerek merhaba diyorsun güne.
Kabulleniyorsun işte, artık yeniden başlıyorsun hayata. Kırık dökük ne varsa bahar temizliğinde kapının dışında. Hayatında yerler açıyorsun; yeni yüzler, yeni yerler. Artık yepyeni bir sen var eskiden saçma gelen şeyler şimdi seni mutlu ediyor. Yapamadıklarını yapıp hey ben bunu yapabiliyormuşum diyorsun. Mutlu oluyorsun.
Kabulleniyorsun işte; artık genç değilim ve zamanım çok yok. Yaşadığım kadar zamanı yaşayabilecek miyim ki? Telaşlarını siliyor, dert ettiğin her şeye sadece gülümsüyorsun. “Ne saçmaymış” diyorsun (Ne, Neden, Niçin,Kim) Soru kipleriyle başlamıyor artık cümlelerin.
Kabulleniyorsun işte; yaz geçti, mevsim yaprakların dökülme mevsimi. Ardından gelecek soğuk günler. Üşüyüp daha çok sarılacaksın kendine. Ve kendine sarılmanın yetmediğini görüp sarılmayı ve sarılınmayı isteyeceksin. Yeni filiz vermiş yapraklar gibi gene bahara açacaksın işte o an. Renklerin olacak, hemen beyaz bahar dallarının ardına gizlenmiş, taze yeşil.
Kabulleniyorsun işte. Kabullenişlerin seni özgür kılıyor ve sen artık tüm kabullenişlerin sakinliği ile hazırsın… Bu kış geçer yaz yepyeni umutlara açar.

Bu da böyle bir eylül yazısı olsun dedim. Eksilmeyin ve unutmayın hayat hep baharlarda devşirilir.

Dip not: İlk bahar gelirken ilk çığırtkanlıkları ben yapmıştım. Baktım sonbaharda hepinizde bir zemheri haller. Hop ne oluyoruz kış geliyor ve kış da geçer keyfinedir hayat…

Read more...

KAPI 1

>> 17 Eylül 2008 Çarşamba

UNUTKANLIK

Bana bulaşma,
Doludizgin geliyor çok fena. Doludizgin.
Tek gecelik aşklar istiyorum ben.
Ertesi gün yüzünü bile hatırlamayacağım adamlar olsun.
Biraz romantizm, biraz kahkaha, bolca aldırmazlık.
Ferhatla Şirin hiç yaşamadı ki zaten.
Aslında aşk da yok.

O kapının önünde her gece diyorum ki kendime; şimdi derin bir nefes al ve hayatındaki her şeyi bu kapının dışında bırak. İçeri sadece kendini al. Tek başına uyumanın tadını çıkar.

Biliyor musun, kapıyı kapattığımda herşey dışarda kalıyor, sen hariç. Ve pencereyi sabaha kadar açık bırakıyorum içeri rüzgar girsin diye.

Bu yabancısı olduğum şehrin rüzgarı sana benziyor. Hava kararırken esmeye başlıyor, sabah gün ışırken kayboluyor. Hava süt limanken bir anda ortaya çıkıveriyor. Ürperiyorum. Çok güçlü. Saç, üst baş, etekler uçusuyor havaya düşüncelerim gibi. Karmakarışık oluyorum. Rüzgar her estiğinde senin adın geliyor aklıma. Diyorum ki bu o. Karşımdaki bana şöyle diyor; gözlerinde hüzün görüyorum. Farkına varıyorum ki o gördüğü şey hüzün değil sensin.

Sonra unutuyorum.

Biraz romantizm, biraz kahkaha, bolca aldırmazlık.
Ferhatla Şirin hiç yaşamadı ki zaten.
Aslında aşk da yok.

Read more...

Aşk en çok ona yakışıyordu/ 2.Bölüm:NEDEN?

>> 14 Eylül 2008 Pazar

Sıcaktan iyice bunalmıştı. Ne bitmez yolculuk bu diye geçiriyordu içinden. Çevresine dikkatlice bakmaya, her sese kulak vermeye çabalıyordu. Herkes bunalmıştı sıcaktan da yolculuktan da. Ama içlerinde belki de en çok acelesi olan oydu. Gözlerini Camdan dışarıya kaçırmaya başladığında fark etti arka çaprazdaki kızın bakışlarını. İlk başta fark ettiğini fark ettirmek istemedi ama kayıtsızda kalamadı soran gözlerdeki bakışlara...

“Değilim ki ben hayattaki her şeyin açıklaması. Neden soruların sadece bana. Neden beni sen zannettin. Senin gibi kendimden mi vazgeçtim. Hem sorulardan kaçıyorsun, hem de beni sorguluyorsun içinden. Neden illa birilerinin sıfatı olayım ki hayatta. Peki ya sen? Sen neden öznesi olmuyorsun yada yüklemi bir şeylerin.Neden hep devrik senin cümlelerin.”

Korna sesi kesintisi yaşanıyordu arada düşüncelerde. O an sorulardaki dikkat kaybolup şoförün korna sesine endeksli küfür edebiyatına kayıyordu. Herkes ne kadar da alışmış her şeye diye geçiriyordu içinden. Bakıyordu hala cama kafasını yaslamış olan kız adama. Adamda kıza.

“Sen neden beni kendi kalıbında durdurmak istiyorsun. Ya senin vazgeçişlerin, yüzündeki bu hüzün, gözlerinin ürkekliği, silinmez mi geçmişin izleri. Neyi kazandın ki kaybetmekten korkuyorsun şimdi. Neden bu kaçış halin. Fark etmedin mi ki, sen gözlerinde kadınlarının intiharını izlerken ben de şehrin bekaretini kaybedişlerinin tek şahidiydim..”

Alamıyordu gözlerini sorularının arkasına saklanmış hüzünlü gözlerden. Başının her hareketinde bedeninde bir gerilme hissediyordu, onda bir rahatlama. Bir an için kızın, kitabın sayfalarındaki parmaklarının dansına şahit oldu. Parmakları incecik, parmakları kitabı bile incitmekten korkarak dokunuyordu. Hayata dokunuşları gibi ürkek.

“Neden incitmekten korkuyorsun bu kadar, yoksa incinmekten mi? Neden Başını hareket ettirişin hüznüne inat bu kadar asi. Sen hangi kitabın kayıp öznesi? Okuduğum kadınlar gibisin. Varlığı fırtına gibi olanlardan. Ne varsın beklide ne yok. En fazla son durakta olacaksın. Neden bu kadar senim ben aslında. Neden gözlerin bakıyor tüm karşılığın ben mişim gibi. Ne zaman aşık oldun sen en son bi adama. Nasıl sevdin onu. Kendinden bile korurken mi kaybettin yoksa...Senin yüreğinin manzaraları hep hüzün mü . Ah kadın bi bıraksan kendini olduğun gibi dünyaya”...

Bitmiyordu sorular bitecek gibi de değildi. Yol gibiydi kıvrıla kıvrıla , dura kalka gidiliyordu hayatta. Sadece onlar değildi birbirinin gözlerinde sorular cevaplamaya çalışan. Ama bir tek onlardı sorularının gizli özneleri. Ve gizlendikçe birbirlerinde fark edemiyorlardı onları izleyen soruları çok genci.....

devam edecek...

Read more...

isteyeceğim kadar yakın

>> 12 Eylül 2008 Cuma

“Hayatımdan çıkarabileceğim kadar uzak, hep mutlu olmasını isteyeceğim kadar yakın.”

Üç kadın ve bir erkek. Mum ışığında bir yemek masasının etrafında oturmuş bira içiyorlardı.
Kadınlardan birinin mutsuzluğu yüzünden akıyordu. Yanında oturan adam kocasıydı. Birkaç gün içinde deliler gibi aşık olduğu ve hamile kalıverdiği adam. İki çocukları vardı. Sessizce masadaki aynı noktaya bakarak yan yana oturuyorlardı. Yorgun bir sessizlik içindeydiler.

Kadınlardan yaşça küçük olanı -ki içlerinde en iyi huylu, en anaç ve uyumlu olanıydı- “Boşanma davası açtım” dedi birden. “İki ay sonra mahkememiz var. Evden taşınacağım. Çok mutsuzum. Ondan hiçbir şey istemiyorum sadece çocuklarımı alıp gideceğim.”

Adam acıyarak baktı kadına. Karısı “En iyisini yapıyorsun” dedi. “Biz bir türlü ayrılamıyoruz. Ben de bunu istiyorum. Ama ayrılamıyoruz”. “Biz çocuklar için en iyisini yapmaya çalışıyoruz” dedi adam. Çocuklar var. Bizim birlikte olmamız onlar için gerekli”. Güldü karısı, “Çocuklar için mesele bu değil mi? Çocuklar. Evet, biz doğru olanı yapıyoruz. Onların yanında kavga etmemek için sürekli duygularımızı bastırıyoruz.”

Küçük kadın boşanma başvurusunun onu nasıl da rahatlattığını düşündü. Bir yıl boyunca o da benzer şeyler düşünmüştü. Çocuklar için doğru olan hangisi, kalmak mı, gitmek mi? Ayrılmanın kolay bir yolu vardı belki de, geleceğe yönelik endişeleri ortadan kaldıracak hiç kimseyi üzmeyecek bir şekli. Var mıydı böyle bir şekil? Alıştığı bir düzen, alıştığı bir ev, alıştığı ve sevdiği bir adam… Kocasını özleyecek miydi mesela? Yataktaki o bilindik kokuyu, evdeki o bilindik sesi, her akşam uzun bir yolculuktan dönen birini bekler gibi beklenen o kapı zilini. Kocasının yanındayken hissettiği ilk sevgililik günlerinden kalma, derinlerde bir yerden gelen üstü acıyla, yorgunlukla, kanla ve daha bir sürü şeyle örtülmüş o garip duyguyu.

Çocukların kapıda babalarını gördüklerinde yüzlerinde beliren o ifadeye ne olacaktı? Gözlerindeki o ışıltıya? Ya çocukları? Alışabilecekler miydi babalarının yokluğuna? Ayrılmayı düşündüğünde kafasından söküp atamadığı ve içini kemiren bir sürü detay… Belki de halledebilirlerdi o lanet olası halledilebilir basit sorunları. Sonra birgün aniden farkına vardı. Halledemezlerdi. Bir sebebi yok, sadece mutsuzluk. Sebepler çok ama onlar aslında sebep değil, bahane.

O ana kadar susan üçüncü kadın ben dedi “Eğer mutlu değilsem başkalarını da mutlu edemem. Ne kocamı ne çocuklarımı ne de başkalarını”. Adamın karısı ben de dedi. “İşte bunu anlatamıyorum. Ben de senin gibiyim”. Adam sakince “Ben edebilirim” dedi. “Mutlu olmasam da başkalarını mutlu edebilirim. Çocuklar benimle birlikte olmaktan mutlular.”

Üçüncü kadın peki siz dedi. “Çocuklar mutlu tamam peki size ne olacak. Çocuklar sizi model alıyor. İlerde ilişkileri buna benzeyecek. Bu iyi mi?”

Boşanma davası açan kadın mış gibi yaşıyor diye düşündü adam için, mutluymuş gibi yapıyor. Kendi duygularından kaçıyor. Düzen ona iyi geliyor. Kendi kocası da öyleydi. Ne zaman ilişkileriyle ilgili konuşmaya kalkışsa benim hiçbir problemim yok. Gayet iyiyiz derdi. Sonra bir gün aniden ayrılmak istediğini söyleyip çekip gitmişti evden.



“Hayır öyle değil çocuklar gayet iyi” dedi adam. “Hem biz karımla problemlerimizi halledebiliriz. Çok basıt sorunlarımız var bizim ve çok rahat halledebileceğimiz şeyler yüzünden kavga ediyoruz”. Ne gibi dedi kadın örnek ver. “Sen beni hep suçluyorsun” dedi adam. “Mesela sürekli niye bunu yapıyorusun diye soruyorsun. Oysa bana sadece şunu yapar mısın desen sorun olmayacak, yapacağım ama sürekli niye kelimesiyle başlıyorsun”.

“Evet bunu soruyorum çünkü sana defalarca şunu yap ya da yapma dediğim halde yine aynı şeyi görüyorum ve artık soruyorum; neden bunu yapıyorsun?”

“Ne ilgisi var” dedi kocası, “Sen sadece beni suçluyorsun”.

İkinci kadın suçluluk duygusu diye düşündü. Bu duygu ne zaman gelir içimize yerleşir ki? Acaba gerçekten suçlu olduğumuz ve pişmanlık duymamız gereken zamanlarımızı yok saydığımız için mi durduk yerde ortaya çıkar? Ya da aslında nerde hata yaptığımızı bir türlü anlayamadığımız için mi o basit şeyler yüzünden böyle hissederiz. Bu, kaynağı ilk çocukluk deneyimlerimiz olan bir alışkanlık mıdır? Yoksa gerçeği inkar etmenin kolay yollarından biri midir?

Aşkla başlayan bir ilişki ne zaman ve nasıl birinin mutsuzluğu, diğerinin suçluluğu haline gelir?
Birasından bir yudum aldı...
Kendini gecenin ve yalnızlığın şefkatine bıraktı.






.

Read more...

Aşk en çok ona yakışıyordu-1 "Neden"

İnsanların üst üste yolculuk yapmak zorunda bırakıldığı sıcak bir yaz gününde her zamanki güzergah otobüslerinden birindeydi gene. Şanslı başlamıştı güne en azından oturabildiği bir yeri vardı. Otobüs tıklım tıkış tabirinin tüm örneklerini sergilemekteydi. Ayakta duran yolcular tek ayak üzerinde bol kavşaklı ve bol ışıklı İstanbul trafiğinde ilerlemeye, bir yerlere yetişmeye, bir şeylerden kaçmaya, bir şeylere kavuşmaya, birilerini görmeye belki de sadece kendilerine gidiyordu.

Yorulmuştu artık insanların yüzlerinde , bakışlarında anlam aramaktan onlara sıfatlar bulmaktan. İnsanlarla gözleri ile konuşmamak için okuduğu kitabın içine gömüyordu gözlerini. Gözlerinde bir anlama telaşı, gözlerinde cevapsız sorular, gözlerinde feryat, gözlerinde hüzün...Kulaklığı ile oynuyordu ikide bir. Dinlediği şarkıların sözlerini yansıtıyordu ayna gibi yüzü, bedeni her haliyle ele veriyordu onu...

Şoförün küfürlerini duyumsayarak kaldırdı başını okuduğu kitaptan. O an fark etti ön çaprazda oturan adamı. Ne kadar çaresizce bakıyordu etrafa. Susmuyordu içindeki soruları zaten susmasına da gerek yoktu. Herkesten farklıydı camdan dışarı bakışı da duruşu da. Acelesi vardı her halinde.Üzerine zorla geçirildiği belli olan birilerinin ya da bir şeylerin bir şeyi olma sıfatını taşıyordu. Susturamadı içindeki sesi. Kitlendiği yüzden alamıyordu gözlerini. Ne kadar da benim aslında sen. Adam sıkıca tutuyordu kucağına katlayıp koyduğu ceketini..sanki tutunacağı tek dal hayatta oymuş gibi. Üzerinde beyaz bir gömlek ve isyanlarda bir kravat vardı. Sanki müdürün sabah faslından kaçıp sonra öylesine iliştirilen bir kravat... Kısa kollu gömleğinin altından şekilleri net belli olmayan dövmeleri görünüyordu. Düşünüyordu hala kimin hangi sıfatını taşıyorsun diye.

“Ne zaman vazgeçtin sen de ben gibi kendin olmaktan. Ne zaman yüklediler hayatına ilk sıfatı. Ne zamandır bu yolculuk yalnızlığa. Ne kadar da ben gibisin. Ne kadar da varsın...ne zaman başladın kaçmaya ve başkaları için biri olmaya. Ne zaman acır seninde için..Sen belki de düşündüklerimin hiç biri değilsin.”

Her korna sesi anlamlı bir söz gibiydi. Bazen yalvaran bazen küfreden, ama sinirleri oldukça geren. Kitabın sayfalarında istemsiz bir dansa başladı parmakları. Kulağında sevdiği sözler, gözlerinin önünde kendi gibi bi adam, aklında hayata dair cevapsız sorular.

“ Ne zaman vazgeçmiştim tanıdık gözlerden geçmekten. Ne zaman gülmüştüm en son gerçekten, ne zaman hissetmiştim yüreğimde iyi yada kötü bir his. Ne zaman yakmıştı aklım devrelerini.”

Arabanın ilerleme hızı soru sorma hızına yetişemiyordu bir türlü. Gerçi sorular yolun sonunda bitecek cinsten de değildi.

“ Belki de benim kadar mecburiyet memuru değilsin hayata. Belki de. Ama bir şeyler var sende ne zamandır kimsenin yüzünde görmediğim. Sadece aynada her sabah içimdeki kadınların intihar edişini izlerken gözlerimde görebildiğim. Neyin izleri o vücudundakiler, neye başkaldırışların. Ne zaman sustu isyanın. Ne zaman biat ettin koşulsuzca her sunulana.Ne zaman aşık oldun gerçekten bi kadına... ne kadar sevdin onu...kendinden bile çok mu?”

O kadar dikkatlice bakıyordu ki adama, adam da fark etti kendine bakan, soruların sıkboğazındaki son nefes alışlı bir çift bakışı....

devam edecek.......

Read more...

>> 10 Eylül 2008 Çarşamba

Günaydın hüzün perisi
gün ağlayarak uyandı
sen neredeydin.

Işığı gördü hayat
gök kuşağı serpildi şehre...


güldüm,yastığın izi çıkmış yanağına.

Read more...

Bu İşte Bi Sıra Olmalı...

>> 9 Eylül 2008 Salı

Ben 16 yaşında oluyorum hayatımın o en durağan yerinde, sen yaşsız bir acı oluyorsun derin bir iz ile.Hayatımın büyüme yerinde, hayatımın çocuk yerinde, hayatımın öylece bir yerinde....

Acım oluyordun aklımın alamadığı, yüreğime sığdıramadığım, sesimi kendime bile duyuramadığım, soluksuz kaldığım....

Soğuk duvarların önünde, sana kaçamak dokunmaları beklerken buluyordum kendimi, 16 yaşımın yalvaran dualarında....

Acım oluyordun bekleme salonlarında, yüreğimi sana bıraktığım şehirlerarası yolculuklarda...Büyümeyi öğreniyordum yollarda tek başıma....Şehirler arası otobüslerin bol molalı, bol namazlı yolculuklarının hızıyla gelebiliyordum ancak sana...

Senden uzak kaldığım zamanlarda nefretim oluyordun dünyaya, avazım çıktığı kadar bağırdığım.Küfürleri sözcüklerimin öznesi yaptığım...Çocuktum aslında ben, 16 yaşımın heyecanlarının bir yoğun bakım odasında acıya dönüştüğü dünyada....

Sana gelen yolların bitmek bilmemesinden şikayetçi oluyordum en çok, oysa uzakta olduğum zamanları yok sayarak....Telaşlıydım ve aceleci...Yollarda zaman ise bir kaplumbağa hızında ilerliyordu, zamandan nefret etmeyi öğreniyordum....

Cam bölmenin ardından bakarken sana, sanki sen göreceksin gibi ağlamamayı öğreniyordum, göz yaşlarımı içime akıtmayı.Camın buğusuna kocaman harflerle “şimdi değil gitmenin zamanı, bu işte bir sıra olmalı” yazıyordum.Yazdıklarıma anlamsız yada kızgın bakan gözlere aldırmadan....Bu işte bir sıra olmalı....

Umudum oluyordun, komadayken bile uzayan saçınla sakalınla....

Aklımın alamadığı ama erdiği acım oluyordun...Senden sonra çok yaşadım ayrılığı da, acıyı da, ölümü de..Alıştım demeyeceğim ama acıdan ölünmediğini öğrendim, 16 yaşımın içinden acı geçen sana ait hikayesinde.....Ama acım oluyordun, susmayan nefretim....

Nefret ediyordum her şeyden ve en çok da senden....Gitmeye kalktığın için, yola düştüğün için, geride kaldığım için, o yatakta aylardır yattığın için....Aklıma gelmeyen sonucum oluyordun. Hastane odasında hep kalacak zannettiğim....Acım oluyordun ve acıyordu içim....

Senden dönen yollar araya giren yolarsa hep hızlıydı, çarparak geçiyordu, bana..Ve ben gene nefret ediyordum zamandan da, senden de...

Tuzlu gözyaşım oluyordun, kafamı yastığa bastırarak geceni karanlığında ağladığım...Hıçkırıklarım oluyordun....Seni düşünürken öfkeyle ağlar buluyordum kendimi..Öfkem sana mıydı, ölüme miydi, yoksa kendime miydi bilmiyorum....Ama en çok da 3 küçük çocuğu bıraktığın için kızıyordum sana. Bir de madem gitmeye seçecektin de ne diye direniyormuş gibi yaptın seksen üç gün ölüme onu anlamıyorum....

Yazı yazıyordum hiç tükenmeyeceğini zannettiğim kelimelerimle, kelimeler biriktiriyordum yüreğimden geçen gözlerini açtığında okuyacağın....Ama zaman bize uymadı....Kelimeler hep yazıldığı yerde kaldı....

Acım oluyordun içime biriktirdiğim, acım oluyordun sahiplenmek istemediğim....

Ama diyorum hala “bu işte bir sıra olmalı”....Ve yıllar sonra sana, büyümüşken , seni içimde büyütmüşken,
sınırları artık geçmişken yazdım...Kusura bakma.......

Read more...

Siluet-10

>> 19 Ağustos 2008 Salı

Bir cumartesi günü, ağustos sıcağında bir gün. Gene Burgaz adaya demirlemişiz üçümüz, ben gölgem ve de siluetim. Güneş batmaya daha zamanı olduğu anlarda siluetimin zayıflığı ile alay ediyor gölgem. Vapurdan inip Barbaya doğru yürürken, önümde yürüyen iki adamın hallerine takıldım. İki zayıf benden, iki omuzları hafifçe düşük. Öylece yürüyorlar sarmaş dolaş çiftlerin arasında. Adamlardan biri nerede olduğunun çok farkında adımları hedefine yönelik, diğeri onun peşine takılmış. Garip vapurda da hemen yanımda oturdular ve hiç konuşmadılar sadece bir yere giden ve o yere vardıklarında anlam bulacaklarmış gibiydiler. Belki unutulan belki hep yaşanmak istenenleri yaşamak, kim bilir.
Garip bir tesadüf, yollarımız aynı sanki aynı yere gider gibiyiz, Barba’nın önüne geldiğimizde şortlu adam iki kişiyiz dedi garsona. Garson;
- Ağbi hafta sonu malum yer ayırttınız mı.
- Ne yani iki kişilik yeriniz yok mu?
- Yok valla ama dur halkla ilişkiler müdüremize sorayım
- Ne halkla ilişkiler müdüresi, ulan sizde mi sosyeteye kardınız.
- Aaaa evet ağbi.
- Ulan ben buranın eski müşterisiyim şimdi sezon ve hafta sonu diye mi yani.
Halkla ilişkilerden sorumlu kadın elinde telefonu hararetli bir konuşmanın nihayetinde bizimkilere döndü;
- Yerim, sadece şu köşe var.
- Tamam olur zaten orası benim istediğim yer, hep orada otururum ben.
İşte buna sinirlendim, ne demek yahu ben hep orada otururum orası benim yerim ulan. Gölgem sinsi sinsi güldü kaldırımda. Siluetimse tüm zayıf silikliği ile ardımdan fısıldadı;
- Adanın tek yalnızı sen misin?
- Hadi oradan ya, benim yerim orası, bu kokoş kadın benim yerimi niye bu adama verdi ki şimdi, onun yeriymiş tapulu malı sanki.
İki adam benim yerime kurulurken ben yer bulabilmenin derdine düştüm bu kez, halkla ilişkilerci hanıma bir kişiyim dedim (Diğerleri mi, söylemeye sanırım gerek yoktu) Hanım, tüm kibarlığı ile yerinin olmadığını eğer istersem ve beylerde kabul ederse yanlarına oturabileceğimi söyledi. Beyler, elbette dediler ve ben de benim de olan köşeye sığıştım.
- Sefanız olsun beyler, eh hafta sonu malum sezon, bulduğumuzla yetineceğiz artık.
Şortlu olanı hemen karşı çaprazımda oturuyor, diğer daha da zayıf olanı ise benim yanımda. Şortlu olan beni uzun bir süzdükten sonra, sesinin tonuna ben bu alemdenim tınısını takarak;
- Evet ne yazık ki öyle sefa geldiniz masamıza. “Bazen caba göstermeye çalışmak daha çok caba gerektirir”* Böylesi de güzel.
Siluetimin batan günle karşıma dikilip durduğunu görünce afalladım bunu ilk kez yapıyordu.
- Sus ve bu kez sen dinle, unutma her duyduğun senin hayatına kattıkların ve her duyduğun senin.
Yanımdaki adam;
- İyi ki getirdin beni buraya , ne zamandır böylesi keyifli bir yere gitmedim. Biliyor musun önümüzdeki ay evlilik yıldönümümüz onu buraya getireyim o da çok sever.
- İyi yaparsın, “mutlu olmak iyidir, ama çok zordur”* bunlar yapılırsa aslında kolaydır.
- Neleri kaçırdık değil mi, bir hayat gailesi girdabında sürüklenerek, oysa neleri umut etmiştik. Neler yapacaktık ama sadece sürüklendik. Sıkıldım artık ve ufacık keyifler almak hakkım olduğuna inanıyorum.
Şortlu adam gözlerini adadan gelen vapura doğru dikmiş vaziyette, söylemek istediklerini susturarak. Daha çok da kıskançlığını;
- Bak, İstanbul da şu resmi başka hiçbir yerde bulamazsın. İstanbul dur şu vapurla, ama İstanbul değildir. Burasıdır ama başka her yerdir. Yeşil, mavi, beyaz. Sana bir şey söyliyeceğim. Hemen hemen sınırdayım. Bir adım daha gerim yok benim. Kağıda nefis kıvraklıkla yazan bir kalem gibiyim. Kağıda dokunmayı onda izimi bırakmayı seviyorum. Kağıtsa keyifli, onu zedelemeden izlerime sahip oluyor. Yeniden yazmak çok güzel, bunun keyfindeyim hayatı daha iyi anlıyorum belki gidenlerim için çok geç evet ama benim için inan geç değil.
- Bazen birbirlerini seven insanlar birbirlerini sefil ederler.* Sizde bunu yaşadınız. İkinizde ayrı yollara koyuldunuz. Bu zor ikiniz içinde. Yaşanılması gerekli, belki bizden daha cesursunuz bitişlerde var oluyorsunuz. Ayaklarınız sizi birbirinize getirene kadar bu böyle.
- Evet bir yere kadar haklısın dostum. Sefil ettik. Sefil olduk. Ama yanılıyorsunuz ayaklarımız birbirimize doğru değil. Ben kendi yoluma o kendi yoluna yürüyor.
- Bu denli emin konuşma.
- Çok fazla eminim…
- …
Siluetim, karşıma dikildi. Niye bir ifadesi yok ki onun niye tümüyle ifadesinde bulmalıyım ki, niye mimiği yok. Şu an çok işime yarardı doğrusu…
- Duydun mu, mantıkla dostların istekleri aynı olamayabiliyormuş. Bazen dostların mantığı senin isteklerin, bazense tam tersi.
- Hayat bunların sentezinde akıyor merak etme silik şey biliyorum.
- Hani umut etmek acı verirdi
- Veriyor işte, umut etmeyi silmiş bir adam değil mi, o?
- Hayır bence değil. Bence o yolunu bilen ve bu yolda yürüyen ve eski bir ruhu yeni bir ruhla sevmeye aç bir adam.
- Nereden çıkarttın bunu. Adam kendi yolunda yürüyor ve adımları hiçte ona doğru değilmiş.
- Aynı yere dönen adımlar aynı taşlara takılmaz mı sence. Onun da bir silueti var ve dikkatlice bakarsan onda asıl onu görürsün.
Masaya döndüm, iki dosta doğru kadehlerimi kaldırarak şerefinize dostlar dedim. Şerefinize. Son zamanlarda birbirinize doğruları söylemek gibi bir zamanınız olduğu için şanslısınız. Özledikleriniz sizinle olsun e mi…


* Bu dialoglar "Conversations with other women" filminden çalınmıştır. Ama diğerleri benim ha...

Read more...

Bir Başka Beden de

>> 18 Ağustos 2008 Pazartesi

Ellerini verir misin bana sadece iki dakikalığına...Benimkiler kalsın şimdilik bi kenarda...Nasıl oluyor merak ediyorum senin ellerinde hayata dokunmak...Nasıl oluyor her şeyi baştan yaratmak...Ellerinin değdiği her şeyi nasıl güzelleşiyor merak ediyorum...Ellerin benim olsun iki dakikalık...Ben de güzelleştireyim dokunduklarımı ,bende anlayayım parmak uçlarımda dünyanın ruhunu...Bırak senin ellerinde kendi ellerimi seveyim...

Gözlerini verir misin bana sadece iki dakikalığa....Benimkiler kalsın kenarda zaten senin gibi bakamadıkları için anlamları yok belki de...Merak ediyorum basit cisimlerin nasıl gözlerinin ışığında muhteşemleştiğini,merak ediyorum nasıl her şeye gözlerinin okşayarak sevgi ile baktığını...Senin oldukları için mi daha güzel geliyor hayat,yoksa ben mi bakmayı bilmiyorum senin gibi...Senin gözlerinin içindeki renk sadece pembe mi?

Ayaklarını verir misin bana iki dakikalığına...Dünyayı senin adımlarınla dolanmak istiyorum...Merak ediyorum ayaklarının parmak uçlarında hissettiğin hayata bağlılığını...Merak ediyorum senin oldukları için mi bu kadar sağlam bastıklarını...Benimkiler dursun kenarda.Söz incitmeyeceğim ayaklarını hor kullanmayacağım onları,sadece iyiye, güzele giden yolları adımlayacağım...Zaten ayaklarının ezberindedir güzelliğe giden yollar, senin adımların gitmez hiç bi zaman çirkinliğe...

Kulaklarını verir misin bana iki dakikalığa...Merak ediyorum güzel şeyleri duymak nasıl oluyor diye...Nasıl hissedebiliyorsun can çekişen dünyanın ağıt ezgilerini...Ben duyamadım hiç bi zaman senin gibi...Şimdi en saklı kalanları bile duymak için ihtiyacım var kulaklarına...Söylenmeye cesaret edilemeyenleri....

Dudaklarını verir misin sadece iki dakikalığına bana...Sen gibi bi gülümseme ilişsin dudaklarından suratıma....

Yüreğini verir misin iki dakikalığına bana.. Benim yüreğim zaten hep köşede,kenarda...Sen gibi sevmek nasıl oluyor merak ediyorum...Nasıl oluyor da göğüs kafesinin içine hapsedilmiş küçücük bi yüreğe sığdırabiliyorsun dünyayı tüm tabiatıyla...Tutkularını istiyorum,sevmelerini, dünyaya secde edişini...

Sen gibi olmak nasıl bişey merak ediyorum... İki dakikalığına sen olabilir miyim?Zira bir ömürlük zaten kendimim...

Not:Bazen tanıdık ya da tanımadık yüzlerde bir gülümseme görürüz.Bir umut. Bir bakışta hayatı yakalayan birilerini. Kim olduklarının önemi yoktur. Bazen kim olduğunu bilmediğimiz birileri olmak isteriz. Onlar gibi bakmak, onlar gibi hakkıyla yaşamak her şeyi. Bu kendimize bıkkınlığımızdan değildir de bazen umudumuzun azalmasından, bazen de bir şeylerinin hakkını tam veremediğimiz için kıskançlığımızdandır. Yazılan da ,çizilen de, söylenen de hep bizizdir oysa...

Read more...

"Kal" de....

>> 16 Ağustos 2008 Cumartesi

"Kaybetmekten korkuyor musun?" dedi kadın....
Adam "neyi?" dedi...
Kadın "beni" dedi...
Adam "nasıl yani?"...
Kadın "seni bırakıp gidebileceğimden, yani hayatında artık olmayacağımdan"....
Adam şaşa kaldı. Gözleri boşlukta bir noktaya kilitlendi ve verebilecek hiçbir cevap bulamadı...
Kadın düşünceli, aslında almak istediği cevap bu değildi. Bazen susmak en acı cevap olsa gerek diye geçirdi içinden sanki sorduğuna bile pişman olmuştu bu soruyu.....
Anlamıştı korkmuyordu adam onu kaybetmekten....
Adam düşünceli "evet" dedi içinden, "dünyadaki en büyük buyken sen öğrettin bana bundan korkmamayı. Peki ya neden yüzün allak bullak? Neden sana ihanet etmişim gibi bakıyorsun?

Neden hem varsın hem yoksun? Neden hep gitmek isteyişindir hayatımızda aslolan...

Kadın adama bakıyordu. Sanki içinden neler geçirdiğini anlamak ister gibi.... "evet" dedi.

"ben öğrettim sana ve hayatımdaki herkese gidişleri... Bir gün arkama bile bakmadan çıkıp gidebileceğimi. Ve görüyorum ki gerçekten başarmışım bunu öğretmeyi. Aslında en çok korktuğumuz şeyleri düşünürken , konuşurken ne çok alışırmışız onlara, onlarla yaşamaya ve başımıza geldiğinde tepkisizleşmeye.............."

Adam "kal desem şimdi, hep beni suçlayacak yaşanmamışlıklardan. Kal desem, gitme ne işin var bizsiz oralarda. Ya da ben geleyim desem. Yok, yok bunu kabul etmez. O buraları değil bizleri terk ediyor kendi ruhuyla birlikte. Gitme desem. Ben senin bedenin yanımda olmadan da yaşarım dünyada tıpkı dalları kırılmış bir ağaç gibi... ama kal desem sana... Bırakır mısın beni gene de?"

Sanki iç sesleriyle konuşuyorlardı. "Hayır" dedi kadın. "Seni suçlamam aslında kal desen de. Sen bilmezsin bir yanın giderken bir yanının sende kaldığını. Ama ben öğrettim ya gidişleri.... Şimdi gidemeyişlerim kabus olur bende. Ahhh bir kal de.... kal de de bu ben öksüz bırakıp gitmesin bizi. Bir kal de... beni sende bırakıp gönderme... Bak yüzüme."

"Hayır" diyordu adam. "bakamam yüzüne umutsuzluğumu görme diye. Bakamam... Sana sevdamdan vazgeçemem ama kal da diyemem."

Kadın "madem ben başlattım ben bitirmeliyim"diyordu. "Ben bitirmeli... bu noktaya kadar geldikten sonra en iyisi gitmeli......"

Yaklaştı adamın yanına sadece bir nefes uzağına. "evet" dedi. "gidiyorum ben artık" ama kadının içindeki ses adama yalvarıyordu kal de diye.

Adam sessizce dinledi kadını, "tamam" dedi. "Biliyordum hep bir gün beni bırakıp gideceğini, hazırdım buna. Sen hazırladın beni buna... ne demeliyim? Sen bana gidiyorum derken güle güle demekten başka". Çevirdi yüzünü kadının yüzüne bakıyordu. Dudakları bunları söylerken gözleri "hayır" diyordu, "kal" diyordu.

İkisi de sustu.
Artık sadece gözleri konuşuyordu artık...
Ve önce elleri kenetlendi birbirine...
Sonra dudakları....
Tanıdık tenler üzerinde utangaç buluşmalar yaşıyordu sevdaları...
Gidemedi kadın adamın hayatından kal diyende olmadan....
Hayatında zaman zaman olduğum ya da geçerken uğradığım fakat kalmayı bir türlü beceremediğim herkese...

Read more...

arama

>> 15 Ağustos 2008 Cuma

Bir yolda ararsın öylece,
Sana çıksın yolu umuduyla.
Bilirsin oysa uzaktır gidişi…
Gene de ararsın
Onca ayak izinin arasında.
Bilirsin onun adımının izini
Kalmış mıdır ki oysa
Ne bir iz
ne de bir koku.

Bilemezsin

Read more...

Dibi tutan tencerenin halleri

Uyanırsın bir gün

Kalkarsın kendi sıcağından, kendi kokundan....

Ve hissedersin yüreğinde kocaman bir hafiflik...

Hafiflikte olur muymuş hiç kocaman dersin, yeni uydurulmuş cümleye kahkaha ile anlam katarken...

Bir ömrün iflasıdır yüreğinde yaşanan...mutlusundur ve huzurlu...

Garip bir sonbahar yağmurunun hüznünü anımsatır huzurun...

Aklına gelir tüm yaşamlar, eski dostlar, eski hayatlar...yüzünde kocaman bir gülümseme “vay be” dersin...

Bitmiş yolların uğranmamış hancısıdırsın artık..bir zamanlar işlek olan hanın artık tali yolda kalmıştır...bir huzur vardır yüreğinde ve bir de acı...

Aslında bitmemiştir yapılacaklar, yaşanacaklar...uzun alış-veriş listeleri gibidir zihnine yazdığın eksik kalanlar...

Ne savaşlara çare bulabilmişsindir, ne açlıklara... ne ölümleri anlatabilmişsindir insanlara..ne de yaşamı kucaklamışsındır bebek teninin anne kokusunda...

Sadece yaşamışsındır dibi hep tutan tencere kıvamında...

Bazen çıkıverir ortaya aynı bedene kaçak yapılaşan istilacı ruhların...

Bir kadın olursun cesur, bir korkak olursun çocuk, bir dost olursun tüm sırları tutan ve bir hain olursun kendi ruhunu satan...

“Bazen” dersin...bazen... farklı değilim ki şu yolda yürüyen adamdan, ya da az kullanılmış beynini satandan, teninin santimetre karesinden para kazanandan...

aslında herkes aynıdır diye geçer içinden...aynıdır..kromozom sayıları hücre çeperleri aynıdır...hatta yapılışları...sadece öğrenilmiş algılamalar farklıdır...maddenin halleri gibidir insanoğlu...ve halleri vardır kişilik denen fiyakalardan...ve bazen kişiliksizlik daha fiyakalıdır..

ağız dolusu küfürler savurursun hayata, hem de hayatı hakkıyla yaşamayı beceremeyenlere...

bir gözlüğün vardır elinde istediğin an istediğin renge dönüşeninden...daha teknolojilerin bile icat edemediğinden..

ömrün geçer bir kocakarı takviminin sayışlar zamanlarında...ve sen yarım kalan bir öpüşmesindir artık sevgililerinin dudağında...

yollar bitmiştir..ve yolculuklar...takatin kalmamıştır adım bile atacak kadar..ama bilirsin ruhunu..kalmasa da takati elbet çıkacaktır koşarak karşısındaki yokuşu...

ve bakarsın geriye tekrar...zihninde durur tüm eski siyah-beyaz fotoğraflar...ve sensindir onları rengarenk yapan...

huzurlusundur...kocaman bir huzur..ve bir de acı...

dersin ki “vay be” ne güzel bir ömürmüş yaşanılan...

ve bitse de yollar, biten yollardır ruhuna son armağan...

ve vedalaşırsın tekrar kavuşmak üzere ruhundaki tüm kadıncıklarla...yazarsın onlara son bir not:

hepinizi sevdim çok, ne bir eksik ne bir fazla...ruhumun tüm istilacılarına....

not: fon müziğimiz kazım koyuncunun “anılar düştü peşime” şarkısı...

“anılar düştü peşime uyumaz oldum

düşlerim vardı yamacına varamaz oldum

rüzgarla yarışırken koşamaz oldum

düze çıkmaz yollarım inemez oldum”....diye devam eder ve gider...

Read more...

umutlarla başlarız hep

Oysa ne umutlarla başlarız birlikte hayellere, bir gün sonra açıvermek için güne. Aynı tavana bakan birer çift gözle... Peki ne uzağa taşır bizi. Şairin bir şiirindeki “sert eliyle okşayacak, mavi gözlü adam onu, hem kadını hem kölesi”. Nasıl bir sahiplenmedir oysa tutku ile bağlandığımız, adına aşk dediğimiz. Okşadığımız... Baharda yaşarız tutkularımızı yazda solar biraz renklerimiz. Sonra hazan ve toplarız ekinlerimizi. Alıp başımızı gideriz. Ayrı tavanlara bakarız. Ayrı zamanlarda açar gözlerimiz. Belki başka tutkular eklenir tavana diktiğimiz gözlerimize. Ama hep o ana açar o ilk sabahı arar. Olmaz, atılmıştır yüzük, kırılmıştır zincir. Öyle seferlere çıkılmıştır. Neden dersin bazen, neden. Fakat tüm bir gün boyu, günün o garip oynaş, o garip orospu haliyle, hiç düşünmezsin...
Gün yatmaya kalkar sen kendine kalırsın belki bir an. Neden dersin bazen, neden...
Yanıtını bulamazsın, oysa yanıt hemen önündedir ve çünküyle kurulan cümlelere kalkışamazsın. Korkarsın. Korkarsın çıktığın yoldan gemiler gezinsin dersin denizde, ben bir gemi değilim ki...
Ama ah yeminini düşlerim, peki onlar. Özgürüm işte bak, gemiyim allı pullu puruvamda açık denizlerin köpükleri. Al işte kırıldı zincir, tekim işte ve alabildiğine ben alabildiğine gidebilen. Alabildiğine katanım alanım verenim. Niye huzursuzum, niye hep bir ardıma bakışım. Neden bir türlü tavanıma bakamıyorum, neden kaçıyor gözlerim. Bak işte benim tavanım benim gözlerim, bak işte baksanıza gözlerim...
Hep bitmeliye karmışız, hep bir bitirmek hevesimiz. Tek olabilmek insan olabilmek, özgür olabilmek adı altında verdiğimiz. Aşkı esaret edip hemde gönüllü olup esarete sonra kırmışız zincirleri, kırmışız yüzükleri. Sert eliyle okşayacak... Olacak ve olunacaklara hasat edip yaradılışlarımızı...
Değil bize ait olan. Ait olunana ait olmak. Ait olduğunadır tüm yolun, deniz çıkan sokaklar gibi...
Ne garip bir ironidir, şairin Çekoslavakya’daki toplama kampında gecen dört yıllık esaretinden kurtulduktan sonra ölmesi. Uyuyoruz oysa kumsal da....



Mayıs ayı çiçekleri
Üç gün içinde açacak
Gülen gözleriyle Marie
Aşığına açılacak.
Sert eliyle okşayacak
Mavi gözlü adam onu
Hem kadını hem kölesi
Olacak adamın Marie.
Mayıstan sonra haziran
Aşk, sonra nefret gelecek
Otları biçme zamanı
Adam zinciri kıracak.
Kırıp atacak yüzüğü
-Gemiler, gezin denizde-
Yeminini, düşlerini...
-Uyuyoruz biz kumsalda!-

Robert Desnos

Read more...

Alışamadı

>> 11 Ağustos 2008 Pazartesi

Alışılamadı bir an önce sensizliğe.
Alışamadı ki
Lafların
Akıcı o hep de akılcı seslerine…

“artık yeter anla olmuyor işte”

Midem niye kasılıyor
Sen dendiğinde hala…

Bilemedim;

Alışırım belki çok zor gelse bile.
Nedir ki nefes alırken hâlâ,
Sen varsın, olmayışın.

Öyle işte;

Alışamadımlar
Sana ne, diye haykırıyor.

Sen yoksun…

Varsın olma benle
Seni sevdim bir kere
Olamamışım ne ki,
Alışamamışım kime ne.

Read more...

İlk pişmanlık

>> 9 Ağustos 2008 Cumartesi

Pastasındaki mumlarına dilek ettiği
Yaz umuduydu.

Duyduğu,
Yanaklarında
İki küçük damla…

Pişman oldu
Dileğini söylediğine.

Read more...

Zaman üstünü almıştı tüm bedellerin

>> 8 Ağustos 2008 Cuma

Zaman üstünü almıştı tüm bedellerin.
Sana kalmıştı aslında gittiğim yerin
Dön be demesi.
Bedenim tutsaktı durduğum yere
Ruhum sana aç.

Kokunla,
Bazen dönüp bakardım sen misin diye
Ellerim cebimde yollarda.
Kızardım sonra kendime
Sen değilken beni bana koymayan.

Üstü kalsın değil ki yahu şu hayatın
Varsın kıyısında olmayışın.

"kıyı, kıyı olalı,
denizi arar durmadı mı,
deniz kıyıya varmayı."

Anladığımdı kendime söylemekten erindiğim...
Dağa küstü başındaki bulut.
Dağ başına gelenden
Bulut, takılı vermekten.
Dağ, vaz geçemediğinden.
Zaman sana kaldı
ya gel demeyi
ya git demeyi
Bilmeyi.

Read more...

Siluet-8

Gecenin dördünde çıkan fırtına ile uyandım. Yatarken yıldızlar vardı gökyüzünde şehrin ışıklarına inat bir kaçı direniyordu ışıkları ile. Ben, siluetim ve hesapsızca peşimizde sürüklenen gölgemiz. Yatağımızın kenarına oturduğumuzda derin bir uyku bekliyor sanıyorduk, aldandık…
Poyarazın sesiyle uyanıp adalara doğru baktığımda sipsiyah bir gökyüzünün sert esen poyrazla ağlamaya yüz tuttuğunu gördüm. Sokağın hemen köşesinde duruyordu onu o an fark ettim. Sabah saat dört ve deli esen poyraza, yağmura az kalmış bir şehrin karanlığında sadece yalnızlıktı. Fısıltılarını duydum, öylesine bağırıyordu ki, üçümüz birbirimize baktık. Siluetim cesaretini topladı ancak o dinleyebilirdi, zira içimizdeki hep en cesur oydu…
- Bilemiyorum, daha ne kadar böyle durabileceğimi. Ne zamandır içim böylesine ısınmadı bunu çok iyi biliyorum. Tam orada durduğunu görüyorum. Bir adım hepsi hepsi bir tek adım sana doğru.
Koşar adım uzaklaştım gene, tam oradaydın, tam yanında duruyordu sana olanlarım. Sokağın karanlığında adımlarımı sıklaştırıp köşeye vardım. Durdum. Nereye peki ve niçin uzaklaştım ki ve niçin demeleri mi tam orada yanı başına sesiz bırakıp bu köşe başındayım ki.
Hemen öteden başka bir fısıltı daha belirdi, ama apartmanların tek tük yanan lambalarından hangisinden geldiği belli olmayan bir kadın sesiydi bu…
- Bilemiyorum, daha ne kadar böyle durabileceğimi. Ne zamandır içim böylesi ısınmadı bunu çok iyi biliyorum. Tam orada durduğunu görüyorum. Bir adım hepsi bir tek adım bana doğru.
Sarılır mısın bana demek istiyorum oysa sana. Tam kapıdan çıkarken sarılır mısın, bana demek istiyorum sana, yüzüne bakıp. Duruyorum. Sesiz telaşına yalnızlığına dokunmaktan korkuyorum. Merdivenlerde adımlarını dinliyorum koşar gibi sokağa çıkışını duyuyorum niye korkuyorsun ki benden. Hemen yanıma bıraktığını duyamıyorum ki.
******
- Bana sadece sarılır. Ne öp beni ne de okşa usul usul. Yalnızca sarıl. Kokun ve nefesin olsun yalnızca. Burada oluşunu hissedeyim. Bırak tenimin ne istediğini, teninin istediğini düşünmeyeyim. Sadece yalnızca sarıl bana ve bana sarılmayı iste.
Beni dinle, işte bak kollarının arasındayım sırtım göğsüne yaslı. Bak sana tatlı bir masal anlatıyorum tüm kadınlığımla. Bu masalla uyuyacağım senle, yalnız değilim, sen varsın ve ben senin için de fısıldıyorum kelimelerimi. Kollarında şefkat var bak görüyor musun, bu beni dinlendiriyor. Sana sokulmamda, kendini güçlü hissettiğini hissediyorum. Ama yanılıyorsun ben senin gücünü değil şefkatini içime alıyorum.
- Sana sadece sarılıyorum. Nefesim ensendeki incecik tüylerin üzerinde. Kokunu çekiyorum uzun uzun içime. Bazen kolumdaki tüylere deyiyor nefesin sıcacık. Tenine ulaşmak istiyorum bir yandan, sarılmak bitmeden çıplak tenine. Sırtını çıplak göğsümde çıplak istiyorum. Çıplaklığında usulca durmak istiyorum. Tenini düşünüyorum. Ne dediğini duyamıyorum zaten çok da önemli değil ki ne dediğin ninni gibi sesin. Kollarım göğüslerinin altında birleşmiş seni içimde tutuyorum güçlüyüm hem de çok güçlüyüm kollarımla seni sarıyorum. Bana yaslanmış olmanı seviyorum bu mahsun sessizliğini ve teslimiyetini içime alıyorum.
*******
Gece, sessizliğine kavuştu hemen yağmurun ilk damlarından önce. Denmemiş fısıltılarda tüm vazgeçip gittiklerimiz. Kocaman yalnızlıklarımız, hüzünlü… Yalnızlıkları kokluyoruz, yalnızlıkları önemsiyor baştan çıkarıyoruz. Yalnızlığımızın şansımız olduğunu bilmeden. Sessizliğimizden korkuyoruz. Daha çok kimsesizliğimizden, kendimizden. Korkuyoruz işte birine sarılıvermelerdeki düşlerden ve düşlerin kendi iç demelerinden. Ne çok isteyip ne çok istediklerimizden bir çırpıda kaçıveriyoruz.
Gece, sessiz. Denmelere karan bir kadın ve adamın kendi iç seslerini duyuyorum. Bunları demek için tutunuşlarına bakıyorum. Daha özneleri yok cümlelerinin. Birinci tekil hitaplarda isimsiz. Gitmemelerdeki gidişi, sarılmalardaki tutkuyu. Daha nice yaşanmamışlıklarda olduğu gibi. Ama yarın var nasılsa değil mi, ne saçma, ya yoksa.
Not: Bu yazı “Yalnız kadınlar” isimli Ahmet ALTAN köşe yazısının tartışılmasıyla ortaya çıktı tavsiye ederim okuyun.

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=4064287&yazarid=150

Read more...

Siluet-9

Caddebostan sahilde ayakları denizin içinde, ufacık bir kumsal, sağ önünde kıçtan kara mendireğe bağlı irili ufaklı tekne. Gün batışına doğru çevirdiği pedalların yorgunu adam, denizin ufacık kumsalına değişini seyrederken.

- Sana çok kızgınım.
- Niye,
- Unutun beni…

Siluetinin karşısında kırgın bir ifade ile durmasına anlam veremedi adam önce. Bunca zamandır sanki ayrılarmış gibi neydi ki bu afra tafra şimdi. Hayallerine dalmış olmasının bedelinden kime neydi ki. Bu silueti olsa da. Hesapsızlığını çok önce koymamış mıydı ki o. Birasından kocaman yudum aldı, ayaklarının denizin serinliğinde gevşediğini hissetti. Gün arkasında gece evine doğru yol alırken yan masada oturan kadın ve erkeğin yanına doğru siluetinin seyir ettiğini fark etti.

- Ya gel şuraya yahu
- Niye
- Usanmadın mı milleti dinlemeye
- Sen usanmadın mı seyretmeye
- Ben görmeyi seviyorum
- Pis yalancı
- Hayda niye
- Yaşamaktan kaçmak desene şuna.
- Bana bak ertelemede anlaşırım senle, kaçmak hayır
- Ertelemek, zamanın kaldı mı sanıyorsun ertelemeye.
- Tabii
- Hadi oradan ya, bir dur yahu bunu duymalıyım bak.

Gölgesinin bir teknenin altında usulca teknenin karinasını okşadığını görünce, teknenin denize olan şefkatini, denizin tekneye usulca dokunduğunu fark etti. Ne çoksunuz siz, ne çok barındırıyorsunuz kesiştiğiniz noktada. Uzlaşma bu olsa gerek, kabullenmek.

Yan masadaki adamın bakışı denizden kadına döndü, usulca kadına baktı onu anlamak, onu dinlemek için kendini hazırladı. Kadın bakışlarını en uzak noktaya dikmiş tüm fark edişlerinin ne denli saçma, tüm kurguladıklarının onun dışında şekillendiğinin umutsuzluğunda konuk ettiğinde konuk edilmemenin yılgınlığı ile;

- Neden ben kendim için istediğimde olmuyor?
- İstemek yerine önerdiğin için olmasın.
- Sen niye böyle her şeyi mantık içinde çözüyorsun?
- Ben durmayı öğrendim, durmak ve insanlara yaşamaları için alan vermeli, önermek onları şekillendirmektir. Peki bu hakkı kim bize veriyor.

Silueti adamın yanına geldi ve;

- Duydun mu
- Evet sayende.
- Kim sana bu hakkı verdi peki?
- Koyduklarına karşılık istemek suç mu?

Kadın adama dönüp gözlerini adamın gözlerine dikerek, adamın gözlerinde adamın ne kadar onu anlamaya çalıştığını çıkarmaya çalıştı. Evet onu anlıyordu ama öte yandan kendi önermelerini de koyuyordu adam, bu önermelerinse ne kadar sahipsiz ve genel olduğunu gördü. Rahatladı çünkü adam talepsizdi. Kadın konuşmasını sürdürdü;

- Ben aşıktım ona, aşkımı yaşamak istedim hepsi bu.
- Kendince talep ettin aşkı, kendince biçimlendirdin ve bu aşkın tanımı ise ona zor geldi, unutma aşk sorumluluktur. Bitecek nasıl olsa diye değildir aşk. Sense bitmeyecek bir aşkı öngördün ve yaşadın ve de yaşanmasını istedin.
- Nasıl ya, illa bitmeli mi?
- Evet, o zaman aşk acır ve acı ise en fark edilen duygudur. Bu acı ise kendini fark etmene götürür. Bu bazen şiir olur bazen, bir resim, bazense sadece hüzün.
- Aşk, acı mı yani.
- Bu çok basit olurdu, elbette değil.
- Tutunamıyorum, onu istiyorum ama onu hayatımdan silmeliyim. Beni eziyor onun gelmeyişi.
- Senin kurduğun bir oyun bu, rolleri sen dağıttın ama o bu rolü kabullenmedi. Belki bu gün bu böyle ama yarını bilemezsin. Önce dur ve kendine bak, kendini koy ortaya ve kendi durduğun alana bak. Kendinle ol, kendini yaşa. İstemeden sevmeyi, önermeden yaşamayı dene. Bırak hayat kendi kanalında aksın.
- Sıkıldım artık sıkıldım. Üşüyorum.

Silueti adamın yanına geldiğinde adamın yüzüne baktı ve ikisi de sesiz kalmayı seçtiler. Dönmeli zamanlara olan açlıkları ikisinin de yüzlerindeydi. Adamın aklına bir şarkının dizesi takıldı;

Gittiğinde yazdı kaç bahar geçti
Şunun şurasında
Şimdi aşkımız bir annenin
Çocuğa duasında. *


* Yaşar

Read more...

diplerde

*Hayatın seni savurduğu yer, senin savrulmak istediğin yer olmayabilir. Dur ve bak; "buraya nasıl geldim"

*dünya batıyor iyi tutun, güneşle tek başına bırakacak seni.(haiku)


İzleyiciler

  © Blogger template Romantico by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP