Korkmayın açık denizlerde sizi batıracak dalga yoktur. Sığ sulardır hep bir tekneyi alaşağı eden. Kaybolmaktır en kötüsü denizlerde, fenerlere güvenin. Buyrun deyin lafınızı, lafla yürüsün peynir gemileri bu kez.





Sol Yanım.......

>> 27 Eylül 2008 Cumartesi

Yatağın sol yanı boş... Yoksun... Ama ben varsın, ordasın gibi davranıyorum.

Her sabah gözlerimi açtığımda sol yanıma bakıyorum alelacele... Yatağın hep sağ yanında yatıyorum, boşluğunu doldurmamak için. Hiç kullanılmadığı halde sol yastığın kılıfını da değiştiriyorum zamanlı zamansız. Yatağın sol yanı boş. Aldırmıyorum. Yokluğuna alışmaya çalışmıyorum. Zaman geçiyor bana rağmen, ama ben asla alışmıyorum yokluğuna. Bir tek nevresimin, çarşafın çok kullanılan sağ yanının pütürlerine inat, sol yanımın ıssızlığı acıtıyor canımı...

Zaman geçiyor sana rağmen. Ama sen hep aynı yaşta, aynı bakışta, aynı ruhtasın şimdi, büyümüyorsun... Büyütemiyorum...

Olmadıkların, olamadıkların ve olamayacaklarının hayallerinde buluyorum seni. İyi bir adamken –hani o çok güldüğümüz iyi tabiriyle- iyi bir babayken, iyi bir çalışanken düşünüyorum seni bazen. Ben yokum bu defa da, yatağın sol yanında sen uyurken...

Değişiyor her şey, zaman geçiyor, ben değişiyorum, aylar değişiyor, insanlar değişiyor, önceliklerimiz değişiyor, dünyaya bakışımız değişiyor..... Bir tek değişmeyen sol yanımın boşluğu ve senin son kez bakan gözlerin...

Yapmadıklarını, yapamadıklarını ve asla yapamayacaklarını yaparken düşünüyorum seni... Maç izlerken, yağmurda benimle yürürken, kavgalarının bile sonunda gülerken...

Sol yanım boşlukta şimdi, ama ben hiçbir zaman yatağın sağ yanından sola geçmiyorum sen varsın gibi...

Çok şey yapıyorum artık hayatta... O “çok şey”in içine sığabilecek her şeyi... Okuyorum, izliyorum, gülüyorum, uyuyorum, seviyorum. Bir tek seni büyütmüyorum bir de sol yanımın boşluğuna alışamıyorum.

Aklımın odalarını karıştırıyorum ikide bir. Bazen gözlerimi açmadan zihnimde sen varken, el yordamıyla bakıyorum boşluğuna “orda mısın” diye... Elime sadece boşluğunun soğukluğu, ruhuma ayrılık rüzgarı esiyor. Üşüyorum. Sol yanımın boşluğuna dönüyorum gene.

Kelime yığıntıları biriktiriyorum hem kendi içime, hem de karalayabileceğim her yere. Sözlükte karşılığı olmayan kelimeler buluyorum sol yanımın boşluğunu anlatmak için ama kelimelerde anlatmaya yetemiyor... Sol yanım boş hala...

Doludizgin geçiyor yıllar. Ben dursun istesem de zaman sana rağmen, bana rağmen geçiyor. Elimde olmayanlarla büyüyorum şimdi. Yeni şeyler keşfediyorum, yeni sevinçler yaşıyorum, yeni hüzünlerde ıslanıyorum ama sol yanımı senden sonra hep boş bırakıyorum.

Önceliklerimi devrediyorum sana zamanla. Sen gibi bakmaya, sen gibi tutunmaya, sen gibi sevmeye çalışıyorum. Başaramıyorum, düşüyorum...

Gitmediğin , gidemediğin ve asla gidemeyeceğin yolculuklara çıkıyorum, ruhumda taşıdıklarımı saymazsak tek başıma. Elimde yarım yamalak bir hikaye tamamlamaya çalışıyorum ama olmuyor. Hep sol yanımın boşluğunun sızısı kalıyor içimde... Alışamadığım bir iç acısı var şimdilerde...

Yatağımında, hayatımın da , bedenimin de, hikayemin de sol yanı boşlukta...

not: Bu yazının da sonu yok....."Bu sabahların bir anlamı olmalı"-Vega'dan....

Read more...

Aşk en çok O'na yakışıyordu / 3.bölüm: kim?

>> 25 Eylül 2008 Perşembe

Otobüste sıcaktan ağarlaşan hava insan kokuları ile karışıyordu. En pahalı parfümler bile birbiri ve ter kokular ile karışınca dünyanın en berbat kokusu oluyorlardı. Herkesin bi kokusu vardı. Teninin kokusu. Ama burada herkes aynıydı.

Mimar olmak istiyordu resimlerle, çizimlerle arası çok iyiydi.Ve bu şehrin mimarisinden nefret ediyordu, dünyanın en güzel kentinin nasıl çıkışı olmayan berbat bi labirent haline getirildiğini gördükçe. Otobüsteki herkesin iç sesini duymaya hareketlerini anlamlandırmaya çalışıyordu. Bir makalede okumuştu kendi kendine konuşanlar iyi yazabilir diye. Çok gülmüştü ama kendi kendine konuşanlara değil konuşmayanlara. Düşünüyordu bir insan nasıl kayıtsız kalabilir kendi iç seslerine. Kulaklığında sevdiği bir şarkı vardı o an. “herkes aynı hayatta kendini bişey sanma” diyen. O an fark etti herkesten çok iç sesi ile konuşan adam ve kadını. Ne kadar da birdiler bakılan noktadan da.

“Kim sorusunu sordunuz mu hiç kendinize. Sahi siz kimsiniz? Kimliğinizde değil içinizde yazılanı soruyorum ben yeni yetme aklımla. Hüzünlü kadın, kim yaktı canını, bu kadar kime öfken, kime bu susmaların, kime bu sevda sarılışların. Peki sen sıfatlardan kurtulan adam, kimden kaçışın aynadaki senden değilse. Kime bu kavuşmaların, kim için bu aceleci halin.”

O da diğerleri gibi küfür molası vermişti düşüncelerine. İkisinin de hareketleri, ürkekliği beklide aynıydı. Birbirlerinin gözlerinde eriyorlardı sanki..

“Ne kadar birsiniz oysa. Ama yol bitince ayrılacak bi bir. Kime koşacaksınız geride bırakarak bu yolculuğu. Kim saracak sıkıca sizi. Kim aşk olacak sadece hayatınızda. Ne zaman kime aşık oldunuz en son gerçek bi adama yada gerçek bi kadına. Gözlerinizin aşkından çok mu sevdiniz onları da. Kimin önemi ve önceliği var hayatınızda”....

Şarkı devam ediyordu bir yandan “gözlerimi açsam da sen çıksan karşıma.....”

................

- Ali bey derse katılım yapmayı düşünüyor musunuz şu kulaklığınızı çıkarıp?

- Pardon hocam bir şey mi dediniz.?

- Dersi dinlesen diyorum Aliciğim. Sınava az kaldı biliyorsun. Dershane denemelerinde aldığın puanlara güvenerek bu kadar rahatsan hiç salma kendini boşuna. Gerçek sınav daha zor. Gerçi sen bu konuda sınıftaki herkesten tecrübelisin.

- Dinliyorum ben dersi hocam.

- Çok belli. Merak ettim nasıl dinliyorsun bir yandan kulağında şarkı çalarken. Tahtaya bile bakmıyorsun. Gençler hepinize bu sözüm beni iyi dinleyin kısa bir süre sonra hayatınızın dönüm noktasındaki bir sınava gireceksiniz. Bu sınav sizin hayatınız.

- Sınavdan sonra başarısız olanların hayatla mukavelesi iptal mi olacak hocam?

- Ali küstahlaşma sizin iyiliğiniz için konuşuyorum ben. Ayrıca bu akşam hepiniz bu gün işlediğimiz konudan, cümlelerin öğelerinden 100 soru çözecek.

- Hocam çok ama tüm hocalar her gün her dersten 100 soru veriyor, etüddekiler hariç.

- Çiğdemcim haklısınız ama tüm öğretmenleriniz sizi düşünüyor. Geleceğinizi.

- Eminim. Bizi mi yoksa kendi başarılarını mı?Ona göre fiyat artırımına giderler seneye. Ne kadar çok öğrenci üniversitede, seneye o kadar çok kazanç.

- Ali bu söylediklerinde çok bencilce davranıyorsun. Bunların doğru olmadığını sende biliyorsun. Gereksiz tartışmalara girmeye gerek yok çocuklar.Ali madem dersi dinledin hadi kalk zil çalana kadar bize tahtada bir örnek çöz. Hatta istediğin cümleyi yaz ve onu cümlenin öğelerine ayır.

- Tamam.

Yavaşça kalktı Ali sırasından. Tahtaya doğru ilerlerken, cümlesi kafasının içinde oluşmaya başladı. Bu kadarını yapmalıydı hayalindeki kadınla adama. Sıkıcı bir derste ona arkadaş oldukları için. Eline tebeşiri aldı Ali. O sırada tekrar Türkçe öğretmeninin sesi duyuldu.

- Bak bu defa devrik cümle kurma ama Ali. Sen seversin devrik cümleleri.

Ali söylenene kulak asmadan tahtanın üzerine yazdı kendi cümlelerini.

“Aşk en çok O’na yakışıyordu; zamansız bir zamanda, sıfatlarından arınmış yüklemini arayan gizli özneye”......

BİTTİ....

Read more...

KAPI-2

TESLİMİYET

Aynaya bakıyorum. Orda gördüğüm kadını tanımıyorum.

O kadın ne yapmaktan hoşlanırdı, neden korkardı, neye gülerdi, neden nefret ederdi? Film izlemeyi sever miydi mesela? Şimdi neden seyredemiyor, sevmediği için mi? Başucundan kitaplar eksik olmazdı, -hoş hala eksik değiller- neden şimdi okuyamıyor?

Duygularına ne oldu bu kadının, kimseye acımıyor mesela, ya da kimseye şaşırmıyor. Merak eder miydi mesela saksısındaki menekşenin evin hangi köşesinde daha çok çicek vereceğini?

Peki fikirlerine ne oldu bu kadının, ne düşünüyor sokak çocukları hakkında mesela, yardım edermiydi onlara? Bir sonraki seçimde hangi parti çıkardı sandıktan? Türban hakkında ne düşünürdü?

Arkadaşı sevgilisinden ayrılmış. E ona ne? Alooo. Facebook diye bişey çıkmış, millet eski arkadaşlarını ordan arayıp buluyormuş, yeni arkadaşlar ediniyormuş, e ona ne canım. Uzak doğu filmleri ortalığı sarmış, allah allah, onlar karete filmleri değil miydi ayol, hani vurdulu kırdılı. Yahu bir zamanlar okuduğu şiirin bir dizesine takılıp ağlayan kadın sen değil miydin? Televizyonda seyrettiği aptal şeye gülerken koltuktan düşen?

Kendine dair hiçbir şeyi hatırlamıyordu o kadın. Kendine karşı sorumlulukları yoktu. Mesela evdekilere ne haliniz varsa görün, kız arkadaşımla iki satır sohbet etmeye gidiyorum, bir kahve içip geleceğim demezdi. Çünkü hep yapılması gereken bir işi vardı.

Sorumluluktan ve şekilden ibaret bir kadın. Kim böyle bir kadınla yaşamak ister ki. Ben istemiyorum.

Aynaya sırtımı dönüp kapıdan çıkıyorum.

Kendimi kendime teslim ediyorum.

Read more...

Bir eylül yazısı

>> 20 Eylül 2008 Cumartesi

Bir anda oldu,
Oysa ben duruyordum
Ve artık sen yoktun.
Önüme baktım
Ardıma sonra
Yoktun işte.
Önce anlayamadım
Sabah sensiz uyanmıştım
Tan yeri rüyalarımdan.
Oysa hep gelir fısıldardın bana rüyamda.
Bir anda oldu dedim ya
Aynı gidişim gibiydi
Hoyrat sensizlik.



Ne garip değil mi, yıllardır biriktirdiğin her şey bir sabah uyanışında bakıyorsun ki yok. Artık aynı bakmıyor, aynı duymuyorsun. Aynı değil hiçbir şey ve aslında yepyeni ve bir o kadar da merakla gözlenen. Artık hiçbir şeyi aynı yapmıyorsun. Tekil cümleler kurup, tekil programlar yapıyorsun. Tek kişilik tarafındasın masanın ve yatağın tek yanında yatıyorsun. Yalnızlığın keyiflerine varıyorsun. Sessiz evde kendi müziğin, kendi köşen. Zaman geçtikçe bu yalnızlıkla sorularını tek-tek yanıtlıyorsun. Sessizlik, tüm düşüncelerin duvarlarda asılı, artık zamanın var onlara tek-tek bakmaya. Öfkelerini alıyor derdest edip çöpe atıyorsun, sonra tüm olmadı suçluluklarını.
Kabulleniyorsun ve artık sabah uykularından onun yüzüyle uyanmıyorsun. Artık, sadece kuş sesleri uyandırıyor seni ve sen artık gülerek merhaba diyorsun güne.
Kabulleniyorsun işte, artık yeniden başlıyorsun hayata. Kırık dökük ne varsa bahar temizliğinde kapının dışında. Hayatında yerler açıyorsun; yeni yüzler, yeni yerler. Artık yepyeni bir sen var eskiden saçma gelen şeyler şimdi seni mutlu ediyor. Yapamadıklarını yapıp hey ben bunu yapabiliyormuşum diyorsun. Mutlu oluyorsun.
Kabulleniyorsun işte; artık genç değilim ve zamanım çok yok. Yaşadığım kadar zamanı yaşayabilecek miyim ki? Telaşlarını siliyor, dert ettiğin her şeye sadece gülümsüyorsun. “Ne saçmaymış” diyorsun (Ne, Neden, Niçin,Kim) Soru kipleriyle başlamıyor artık cümlelerin.
Kabulleniyorsun işte; yaz geçti, mevsim yaprakların dökülme mevsimi. Ardından gelecek soğuk günler. Üşüyüp daha çok sarılacaksın kendine. Ve kendine sarılmanın yetmediğini görüp sarılmayı ve sarılınmayı isteyeceksin. Yeni filiz vermiş yapraklar gibi gene bahara açacaksın işte o an. Renklerin olacak, hemen beyaz bahar dallarının ardına gizlenmiş, taze yeşil.
Kabulleniyorsun işte. Kabullenişlerin seni özgür kılıyor ve sen artık tüm kabullenişlerin sakinliği ile hazırsın… Bu kış geçer yaz yepyeni umutlara açar.

Bu da böyle bir eylül yazısı olsun dedim. Eksilmeyin ve unutmayın hayat hep baharlarda devşirilir.

Dip not: İlk bahar gelirken ilk çığırtkanlıkları ben yapmıştım. Baktım sonbaharda hepinizde bir zemheri haller. Hop ne oluyoruz kış geliyor ve kış da geçer keyfinedir hayat…

Read more...

KAPI 1

>> 17 Eylül 2008 Çarşamba

UNUTKANLIK

Bana bulaşma,
Doludizgin geliyor çok fena. Doludizgin.
Tek gecelik aşklar istiyorum ben.
Ertesi gün yüzünü bile hatırlamayacağım adamlar olsun.
Biraz romantizm, biraz kahkaha, bolca aldırmazlık.
Ferhatla Şirin hiç yaşamadı ki zaten.
Aslında aşk da yok.

O kapının önünde her gece diyorum ki kendime; şimdi derin bir nefes al ve hayatındaki her şeyi bu kapının dışında bırak. İçeri sadece kendini al. Tek başına uyumanın tadını çıkar.

Biliyor musun, kapıyı kapattığımda herşey dışarda kalıyor, sen hariç. Ve pencereyi sabaha kadar açık bırakıyorum içeri rüzgar girsin diye.

Bu yabancısı olduğum şehrin rüzgarı sana benziyor. Hava kararırken esmeye başlıyor, sabah gün ışırken kayboluyor. Hava süt limanken bir anda ortaya çıkıveriyor. Ürperiyorum. Çok güçlü. Saç, üst baş, etekler uçusuyor havaya düşüncelerim gibi. Karmakarışık oluyorum. Rüzgar her estiğinde senin adın geliyor aklıma. Diyorum ki bu o. Karşımdaki bana şöyle diyor; gözlerinde hüzün görüyorum. Farkına varıyorum ki o gördüğü şey hüzün değil sensin.

Sonra unutuyorum.

Biraz romantizm, biraz kahkaha, bolca aldırmazlık.
Ferhatla Şirin hiç yaşamadı ki zaten.
Aslında aşk da yok.

Read more...

Aşk en çok ona yakışıyordu/ 2.Bölüm:NEDEN?

>> 14 Eylül 2008 Pazar

Sıcaktan iyice bunalmıştı. Ne bitmez yolculuk bu diye geçiriyordu içinden. Çevresine dikkatlice bakmaya, her sese kulak vermeye çabalıyordu. Herkes bunalmıştı sıcaktan da yolculuktan da. Ama içlerinde belki de en çok acelesi olan oydu. Gözlerini Camdan dışarıya kaçırmaya başladığında fark etti arka çaprazdaki kızın bakışlarını. İlk başta fark ettiğini fark ettirmek istemedi ama kayıtsızda kalamadı soran gözlerdeki bakışlara...

“Değilim ki ben hayattaki her şeyin açıklaması. Neden soruların sadece bana. Neden beni sen zannettin. Senin gibi kendimden mi vazgeçtim. Hem sorulardan kaçıyorsun, hem de beni sorguluyorsun içinden. Neden illa birilerinin sıfatı olayım ki hayatta. Peki ya sen? Sen neden öznesi olmuyorsun yada yüklemi bir şeylerin.Neden hep devrik senin cümlelerin.”

Korna sesi kesintisi yaşanıyordu arada düşüncelerde. O an sorulardaki dikkat kaybolup şoförün korna sesine endeksli küfür edebiyatına kayıyordu. Herkes ne kadar da alışmış her şeye diye geçiriyordu içinden. Bakıyordu hala cama kafasını yaslamış olan kız adama. Adamda kıza.

“Sen neden beni kendi kalıbında durdurmak istiyorsun. Ya senin vazgeçişlerin, yüzündeki bu hüzün, gözlerinin ürkekliği, silinmez mi geçmişin izleri. Neyi kazandın ki kaybetmekten korkuyorsun şimdi. Neden bu kaçış halin. Fark etmedin mi ki, sen gözlerinde kadınlarının intiharını izlerken ben de şehrin bekaretini kaybedişlerinin tek şahidiydim..”

Alamıyordu gözlerini sorularının arkasına saklanmış hüzünlü gözlerden. Başının her hareketinde bedeninde bir gerilme hissediyordu, onda bir rahatlama. Bir an için kızın, kitabın sayfalarındaki parmaklarının dansına şahit oldu. Parmakları incecik, parmakları kitabı bile incitmekten korkarak dokunuyordu. Hayata dokunuşları gibi ürkek.

“Neden incitmekten korkuyorsun bu kadar, yoksa incinmekten mi? Neden Başını hareket ettirişin hüznüne inat bu kadar asi. Sen hangi kitabın kayıp öznesi? Okuduğum kadınlar gibisin. Varlığı fırtına gibi olanlardan. Ne varsın beklide ne yok. En fazla son durakta olacaksın. Neden bu kadar senim ben aslında. Neden gözlerin bakıyor tüm karşılığın ben mişim gibi. Ne zaman aşık oldun sen en son bi adama. Nasıl sevdin onu. Kendinden bile korurken mi kaybettin yoksa...Senin yüreğinin manzaraları hep hüzün mü . Ah kadın bi bıraksan kendini olduğun gibi dünyaya”...

Bitmiyordu sorular bitecek gibi de değildi. Yol gibiydi kıvrıla kıvrıla , dura kalka gidiliyordu hayatta. Sadece onlar değildi birbirinin gözlerinde sorular cevaplamaya çalışan. Ama bir tek onlardı sorularının gizli özneleri. Ve gizlendikçe birbirlerinde fark edemiyorlardı onları izleyen soruları çok genci.....

devam edecek...

Read more...

isteyeceğim kadar yakın

>> 12 Eylül 2008 Cuma

“Hayatımdan çıkarabileceğim kadar uzak, hep mutlu olmasını isteyeceğim kadar yakın.”

Üç kadın ve bir erkek. Mum ışığında bir yemek masasının etrafında oturmuş bira içiyorlardı.
Kadınlardan birinin mutsuzluğu yüzünden akıyordu. Yanında oturan adam kocasıydı. Birkaç gün içinde deliler gibi aşık olduğu ve hamile kalıverdiği adam. İki çocukları vardı. Sessizce masadaki aynı noktaya bakarak yan yana oturuyorlardı. Yorgun bir sessizlik içindeydiler.

Kadınlardan yaşça küçük olanı -ki içlerinde en iyi huylu, en anaç ve uyumlu olanıydı- “Boşanma davası açtım” dedi birden. “İki ay sonra mahkememiz var. Evden taşınacağım. Çok mutsuzum. Ondan hiçbir şey istemiyorum sadece çocuklarımı alıp gideceğim.”

Adam acıyarak baktı kadına. Karısı “En iyisini yapıyorsun” dedi. “Biz bir türlü ayrılamıyoruz. Ben de bunu istiyorum. Ama ayrılamıyoruz”. “Biz çocuklar için en iyisini yapmaya çalışıyoruz” dedi adam. Çocuklar var. Bizim birlikte olmamız onlar için gerekli”. Güldü karısı, “Çocuklar için mesele bu değil mi? Çocuklar. Evet, biz doğru olanı yapıyoruz. Onların yanında kavga etmemek için sürekli duygularımızı bastırıyoruz.”

Küçük kadın boşanma başvurusunun onu nasıl da rahatlattığını düşündü. Bir yıl boyunca o da benzer şeyler düşünmüştü. Çocuklar için doğru olan hangisi, kalmak mı, gitmek mi? Ayrılmanın kolay bir yolu vardı belki de, geleceğe yönelik endişeleri ortadan kaldıracak hiç kimseyi üzmeyecek bir şekli. Var mıydı böyle bir şekil? Alıştığı bir düzen, alıştığı bir ev, alıştığı ve sevdiği bir adam… Kocasını özleyecek miydi mesela? Yataktaki o bilindik kokuyu, evdeki o bilindik sesi, her akşam uzun bir yolculuktan dönen birini bekler gibi beklenen o kapı zilini. Kocasının yanındayken hissettiği ilk sevgililik günlerinden kalma, derinlerde bir yerden gelen üstü acıyla, yorgunlukla, kanla ve daha bir sürü şeyle örtülmüş o garip duyguyu.

Çocukların kapıda babalarını gördüklerinde yüzlerinde beliren o ifadeye ne olacaktı? Gözlerindeki o ışıltıya? Ya çocukları? Alışabilecekler miydi babalarının yokluğuna? Ayrılmayı düşündüğünde kafasından söküp atamadığı ve içini kemiren bir sürü detay… Belki de halledebilirlerdi o lanet olası halledilebilir basit sorunları. Sonra birgün aniden farkına vardı. Halledemezlerdi. Bir sebebi yok, sadece mutsuzluk. Sebepler çok ama onlar aslında sebep değil, bahane.

O ana kadar susan üçüncü kadın ben dedi “Eğer mutlu değilsem başkalarını da mutlu edemem. Ne kocamı ne çocuklarımı ne de başkalarını”. Adamın karısı ben de dedi. “İşte bunu anlatamıyorum. Ben de senin gibiyim”. Adam sakince “Ben edebilirim” dedi. “Mutlu olmasam da başkalarını mutlu edebilirim. Çocuklar benimle birlikte olmaktan mutlular.”

Üçüncü kadın peki siz dedi. “Çocuklar mutlu tamam peki size ne olacak. Çocuklar sizi model alıyor. İlerde ilişkileri buna benzeyecek. Bu iyi mi?”

Boşanma davası açan kadın mış gibi yaşıyor diye düşündü adam için, mutluymuş gibi yapıyor. Kendi duygularından kaçıyor. Düzen ona iyi geliyor. Kendi kocası da öyleydi. Ne zaman ilişkileriyle ilgili konuşmaya kalkışsa benim hiçbir problemim yok. Gayet iyiyiz derdi. Sonra bir gün aniden ayrılmak istediğini söyleyip çekip gitmişti evden.



“Hayır öyle değil çocuklar gayet iyi” dedi adam. “Hem biz karımla problemlerimizi halledebiliriz. Çok basıt sorunlarımız var bizim ve çok rahat halledebileceğimiz şeyler yüzünden kavga ediyoruz”. Ne gibi dedi kadın örnek ver. “Sen beni hep suçluyorsun” dedi adam. “Mesela sürekli niye bunu yapıyorusun diye soruyorsun. Oysa bana sadece şunu yapar mısın desen sorun olmayacak, yapacağım ama sürekli niye kelimesiyle başlıyorsun”.

“Evet bunu soruyorum çünkü sana defalarca şunu yap ya da yapma dediğim halde yine aynı şeyi görüyorum ve artık soruyorum; neden bunu yapıyorsun?”

“Ne ilgisi var” dedi kocası, “Sen sadece beni suçluyorsun”.

İkinci kadın suçluluk duygusu diye düşündü. Bu duygu ne zaman gelir içimize yerleşir ki? Acaba gerçekten suçlu olduğumuz ve pişmanlık duymamız gereken zamanlarımızı yok saydığımız için mi durduk yerde ortaya çıkar? Ya da aslında nerde hata yaptığımızı bir türlü anlayamadığımız için mi o basit şeyler yüzünden böyle hissederiz. Bu, kaynağı ilk çocukluk deneyimlerimiz olan bir alışkanlık mıdır? Yoksa gerçeği inkar etmenin kolay yollarından biri midir?

Aşkla başlayan bir ilişki ne zaman ve nasıl birinin mutsuzluğu, diğerinin suçluluğu haline gelir?
Birasından bir yudum aldı...
Kendini gecenin ve yalnızlığın şefkatine bıraktı.






.

Read more...

Aşk en çok ona yakışıyordu-1 "Neden"

İnsanların üst üste yolculuk yapmak zorunda bırakıldığı sıcak bir yaz gününde her zamanki güzergah otobüslerinden birindeydi gene. Şanslı başlamıştı güne en azından oturabildiği bir yeri vardı. Otobüs tıklım tıkış tabirinin tüm örneklerini sergilemekteydi. Ayakta duran yolcular tek ayak üzerinde bol kavşaklı ve bol ışıklı İstanbul trafiğinde ilerlemeye, bir yerlere yetişmeye, bir şeylerden kaçmaya, bir şeylere kavuşmaya, birilerini görmeye belki de sadece kendilerine gidiyordu.

Yorulmuştu artık insanların yüzlerinde , bakışlarında anlam aramaktan onlara sıfatlar bulmaktan. İnsanlarla gözleri ile konuşmamak için okuduğu kitabın içine gömüyordu gözlerini. Gözlerinde bir anlama telaşı, gözlerinde cevapsız sorular, gözlerinde feryat, gözlerinde hüzün...Kulaklığı ile oynuyordu ikide bir. Dinlediği şarkıların sözlerini yansıtıyordu ayna gibi yüzü, bedeni her haliyle ele veriyordu onu...

Şoförün küfürlerini duyumsayarak kaldırdı başını okuduğu kitaptan. O an fark etti ön çaprazda oturan adamı. Ne kadar çaresizce bakıyordu etrafa. Susmuyordu içindeki soruları zaten susmasına da gerek yoktu. Herkesten farklıydı camdan dışarı bakışı da duruşu da. Acelesi vardı her halinde.Üzerine zorla geçirildiği belli olan birilerinin ya da bir şeylerin bir şeyi olma sıfatını taşıyordu. Susturamadı içindeki sesi. Kitlendiği yüzden alamıyordu gözlerini. Ne kadar da benim aslında sen. Adam sıkıca tutuyordu kucağına katlayıp koyduğu ceketini..sanki tutunacağı tek dal hayatta oymuş gibi. Üzerinde beyaz bir gömlek ve isyanlarda bir kravat vardı. Sanki müdürün sabah faslından kaçıp sonra öylesine iliştirilen bir kravat... Kısa kollu gömleğinin altından şekilleri net belli olmayan dövmeleri görünüyordu. Düşünüyordu hala kimin hangi sıfatını taşıyorsun diye.

“Ne zaman vazgeçtin sen de ben gibi kendin olmaktan. Ne zaman yüklediler hayatına ilk sıfatı. Ne zamandır bu yolculuk yalnızlığa. Ne kadar da ben gibisin. Ne kadar da varsın...ne zaman başladın kaçmaya ve başkaları için biri olmaya. Ne zaman acır seninde için..Sen belki de düşündüklerimin hiç biri değilsin.”

Her korna sesi anlamlı bir söz gibiydi. Bazen yalvaran bazen küfreden, ama sinirleri oldukça geren. Kitabın sayfalarında istemsiz bir dansa başladı parmakları. Kulağında sevdiği sözler, gözlerinin önünde kendi gibi bi adam, aklında hayata dair cevapsız sorular.

“ Ne zaman vazgeçmiştim tanıdık gözlerden geçmekten. Ne zaman gülmüştüm en son gerçekten, ne zaman hissetmiştim yüreğimde iyi yada kötü bir his. Ne zaman yakmıştı aklım devrelerini.”

Arabanın ilerleme hızı soru sorma hızına yetişemiyordu bir türlü. Gerçi sorular yolun sonunda bitecek cinsten de değildi.

“ Belki de benim kadar mecburiyet memuru değilsin hayata. Belki de. Ama bir şeyler var sende ne zamandır kimsenin yüzünde görmediğim. Sadece aynada her sabah içimdeki kadınların intihar edişini izlerken gözlerimde görebildiğim. Neyin izleri o vücudundakiler, neye başkaldırışların. Ne zaman sustu isyanın. Ne zaman biat ettin koşulsuzca her sunulana.Ne zaman aşık oldun gerçekten bi kadına... ne kadar sevdin onu...kendinden bile çok mu?”

O kadar dikkatlice bakıyordu ki adama, adam da fark etti kendine bakan, soruların sıkboğazındaki son nefes alışlı bir çift bakışı....

devam edecek.......

Read more...

>> 10 Eylül 2008 Çarşamba

Günaydın hüzün perisi
gün ağlayarak uyandı
sen neredeydin.

Işığı gördü hayat
gök kuşağı serpildi şehre...


güldüm,yastığın izi çıkmış yanağına.

Read more...

Bu İşte Bi Sıra Olmalı...

>> 9 Eylül 2008 Salı

Ben 16 yaşında oluyorum hayatımın o en durağan yerinde, sen yaşsız bir acı oluyorsun derin bir iz ile.Hayatımın büyüme yerinde, hayatımın çocuk yerinde, hayatımın öylece bir yerinde....

Acım oluyordun aklımın alamadığı, yüreğime sığdıramadığım, sesimi kendime bile duyuramadığım, soluksuz kaldığım....

Soğuk duvarların önünde, sana kaçamak dokunmaları beklerken buluyordum kendimi, 16 yaşımın yalvaran dualarında....

Acım oluyordun bekleme salonlarında, yüreğimi sana bıraktığım şehirlerarası yolculuklarda...Büyümeyi öğreniyordum yollarda tek başıma....Şehirler arası otobüslerin bol molalı, bol namazlı yolculuklarının hızıyla gelebiliyordum ancak sana...

Senden uzak kaldığım zamanlarda nefretim oluyordun dünyaya, avazım çıktığı kadar bağırdığım.Küfürleri sözcüklerimin öznesi yaptığım...Çocuktum aslında ben, 16 yaşımın heyecanlarının bir yoğun bakım odasında acıya dönüştüğü dünyada....

Sana gelen yolların bitmek bilmemesinden şikayetçi oluyordum en çok, oysa uzakta olduğum zamanları yok sayarak....Telaşlıydım ve aceleci...Yollarda zaman ise bir kaplumbağa hızında ilerliyordu, zamandan nefret etmeyi öğreniyordum....

Cam bölmenin ardından bakarken sana, sanki sen göreceksin gibi ağlamamayı öğreniyordum, göz yaşlarımı içime akıtmayı.Camın buğusuna kocaman harflerle “şimdi değil gitmenin zamanı, bu işte bir sıra olmalı” yazıyordum.Yazdıklarıma anlamsız yada kızgın bakan gözlere aldırmadan....Bu işte bir sıra olmalı....

Umudum oluyordun, komadayken bile uzayan saçınla sakalınla....

Aklımın alamadığı ama erdiği acım oluyordun...Senden sonra çok yaşadım ayrılığı da, acıyı da, ölümü de..Alıştım demeyeceğim ama acıdan ölünmediğini öğrendim, 16 yaşımın içinden acı geçen sana ait hikayesinde.....Ama acım oluyordun, susmayan nefretim....

Nefret ediyordum her şeyden ve en çok da senden....Gitmeye kalktığın için, yola düştüğün için, geride kaldığım için, o yatakta aylardır yattığın için....Aklıma gelmeyen sonucum oluyordun. Hastane odasında hep kalacak zannettiğim....Acım oluyordun ve acıyordu içim....

Senden dönen yollar araya giren yolarsa hep hızlıydı, çarparak geçiyordu, bana..Ve ben gene nefret ediyordum zamandan da, senden de...

Tuzlu gözyaşım oluyordun, kafamı yastığa bastırarak geceni karanlığında ağladığım...Hıçkırıklarım oluyordun....Seni düşünürken öfkeyle ağlar buluyordum kendimi..Öfkem sana mıydı, ölüme miydi, yoksa kendime miydi bilmiyorum....Ama en çok da 3 küçük çocuğu bıraktığın için kızıyordum sana. Bir de madem gitmeye seçecektin de ne diye direniyormuş gibi yaptın seksen üç gün ölüme onu anlamıyorum....

Yazı yazıyordum hiç tükenmeyeceğini zannettiğim kelimelerimle, kelimeler biriktiriyordum yüreğimden geçen gözlerini açtığında okuyacağın....Ama zaman bize uymadı....Kelimeler hep yazıldığı yerde kaldı....

Acım oluyordun içime biriktirdiğim, acım oluyordun sahiplenmek istemediğim....

Ama diyorum hala “bu işte bir sıra olmalı”....Ve yıllar sonra sana, büyümüşken , seni içimde büyütmüşken,
sınırları artık geçmişken yazdım...Kusura bakma.......

Read more...

diplerde

*Hayatın seni savurduğu yer, senin savrulmak istediğin yer olmayabilir. Dur ve bak; "buraya nasıl geldim"

*dünya batıyor iyi tutun, güneşle tek başına bırakacak seni.(haiku)


İzleyiciler

  © Blogger template Romantico by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP